18 Ocak 2012 Çarşamba

Loic Wacquant: Kent Paryaları-İleri Marjinalliğin Karşılaştırmalı Sosyolojisi

Loic Wacquant'ın Kent Paryaları-İleri Marjinalliğin Karşılaştırmalı Sosyolojisi adlı kitabı geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi Yayınları arasından Mehmet Doğan çevirisi ve Nazlı Ökten'in redaksiyonuyla yayınlandı. Kent ve devlet sosyolojisi alanında çalışanlar için lisansta da kısmen olmakla beraber daha çok lisans sonrasında okutulması kesinlikle gerekli kıymetli bir eser Wacquant'ın çalışması.
Kitap Wacquant'ın Şikago ve Paris'te yürüttüğü etnografik alan çalışmalarından da besleniyor. Ancak temelde gettonun, banliyönün dönüşümünü ve post-Keynesyen dönemde kent marjinalliği hallerini karşılaştırmalı biçimde aydınlatmayı hedefleyen siyaset, devlet ve kent sosyolojisinin ustaca harmanlanmasıyla oluşmuş bir çalışma. Avrupa ve ABD'deki kent marjinalliği deneyimlerinin benzerlik ve farklılıklarına vukufiyetle bakıyor. Literatürü dikkatli biçimde eleştiriyor ve elden geçiriyor. Konuyu açıklamak için folk kültürden ve sosyal bilimden gelen kavramların eleştirisini yapıyor. Getto, underclass gibi kavramların gelişigüzel ve bir tür sahte gerçekcilik içinde kullanılmasının sorunlarına değiniyor. Kent incelemelerinin sosyolojik bakışla çalışılmasının metodolojik arkaplanını kabaca kurmaya çalışıyor, ki bu tür bölümleri ustaca bir özetle kotarmış.
Geçen yıl Avusturyalı iki şehirleşme profesörünün (şimdi isimlerini hatırlayamadım, hatırlayınca yazacağım) bu kitap ve Wacquant'ın şehirleşme süreçlerine ve kentsel farklılaşmaya bakışı üzerine oldukça sert bir eleştirilerini okumuştum. Kabaca Wacquant'ın kente parçacı baktığını, marjinalite olgusunu kent gerçekliğinin asli boyutlarıyla orantısız biçimde fazlasıyla abarttığını, fazlasıyla ideolojik olduğunu iddia eden bazı eleştirilerini sıralamışlardı. Sonradan bu tür başka yorumlara da rastladım. Kent makinesinin kendi çalışma kurallarını görmek gerek diyorlar özetle. Eleştirilerinden Bourdieucü alan mefhumunu yeterince anlamadıklarını ve Wacquant'ın özellikle marjinallerin etiketlenmesi ve sembolik mahkumiyeti üzerine yaptığı tahlilleri es geçtiklerini söyleyebilirim. Ayrıca apriori her tür damgalayıcı kavramlaştırmayı kritik ederek işe başlayan bir sosyoloji yapma tarzının inceliklerinden habersizlikleri ise izahtan vareste.



Loic Wacquant


Wacquant'ın eseri (daha önceden Birikim ve Toplumbilim dergilerinde kitaptan belli bölümler yayınlanmıştı) kendi deyişiyle birinci dünyadaki marjinaller, banliyönün değişen anlamı, getto ve hipergetto üzerine yoğunlaşıyor. İkinci ve üçüncü dünyadaki (sınıfaltı-underclass kavramıyla ilgili yapısökümü ve kavramı eleştirmesi gayet haklı) marjinalleştirilmiş grupların örgütlülük kapasitelerinin, direniş motiflerinin, özneleşme süreçlerinin, sınıfsal deneyimlerinin farklı olduğunu karşılaştırmalı biçimde farklı eserlere yaptığı atıflarda özellikle vurguluyor.
Kitabın Karıştırmaktan Karşılaştırmaya adlı 5. bölümü bunun oldukça dakik ve eleştirel bir tartışmasını içeriyor (Yanlış hatırlamıyorsam Toplumbilim dergisindeki yazı bu bölümün çevirisiydi). Özellikle Keynesyen refah devleti uygulamalarının Reaganomics ile birlikte çöküşe geçmesiyle ortaya çıkan neo-liberal ceza devletinin kent marjinalliğinin artışı üzerindeki etkilerini vukufiyetle ortaya koyuyor (1993'de Bourdieu'nün Wacquant ve diğer meslektaşlarıyla birlikte yazdıkları Dünyanın Sefaleti'ndeki birçok tartışmayla akraba kentsel süreçler ve devlet etkisi konusundaki tartışma).
Avrupa ile ABD arasında bile bu konuda anlamlı farklılıklar olduğunu kitaptan görmek mümkün. Bourdieu'nün epistemolojik dikkat ve alan kavramlarını dikkate alarak baktığımızda kent marjinalliğinin Türkiye'de ve benzer ülkelerde kazandığı biçim üzerine daha çok sayıda sağlam etnografilere ihtiyaç olduğunu söylemek gerek. Mevcut yayın birikimini şahsen yeterli görmüyorum. Sema Erder'in çalışmalarını ve çalışkanlığını ise ayırmak gerekiyor. Bu anlamda kitap Türkçe'de Avrupa ve ABD deneyimleriyle karşılaştırma imkanı sağlaması bakımından çok kıymetli. Ancak sonuçların birebir bir teorik aktarımı Wacquant'ın da belirttiği gibi açıkça yanlış olacaktır. Bu anlamda eserin tartışılmasında farklı toplumsal uzaylarda kent marjinalliğinin kendini aynı şekilde tekrar etmek zorunda olmadığını akılda tutmak ve fakat eşbiçimli yapısal oluşumları keşfetmek açısından ise bu sağlam karşılaştırmalı çalışmanın ve devlet, kent, siyaset sosyolojisi alanındaki seçkin eserin değerini teslim etmek gerek. Wacquant'ın hiç de kolay olmayan dilini Türkçeye başarıyla aktaran çevirmen ve yayına hazırlayanları da tebrik ederim.
Loic Wacquant'la ilgili zengin Türkçe materyal ve dosyalar ŞURADA.

13 Ocak 2012 Cuma

H.Ünal Nalbantoğlu: Turgut Cansever’in Mimarlığı Üzerine Bir Sorgulama

Mimarlık pratiğinin sosyolojisi üzerine hem dünyada hem de Türkiye'de henüz yeterince araştırma yapıldığını söylemek zor. Blogda mimarlar üzerine yazılan yahut bizzat mimarlar tarafından verilen yazı ve mülakatları paylaşmaya çalışıyorum. Mimarlık etiketinden bu yazılara da bakılabilir.
Hasan Ünal Nalbantoğlu değişik vesilelerle mimarlığın felsefi - sosyolojik anlamlarını açımlıyordu, sosyologları bu alanın önemi ve değeri hakkında "uyarma"ya çalışıyordu. Yine de bu çabalar fragmenter olarak kaldı.
Burada üzerine düşünülmesi gereken bir metni paylaşacağım. Hasan Ünal Nalbantoğlu'nun vefatından önce yine vefat etmeden evvel Turgut Cansever'in mimarlığı üzerine yapılan  bir konferansta yapılan bir konuşmayı Mimarlık dergisinin internet sitesinden aldım. Umarım kızmazlar bana. Yazının sonunda Nalbantoğlu ve Cansever arasında kısa bir diyalogda mevcut.
Seçkinyalnızlığın sosyoloğunun seçkinyalnızlığın mimarı hakkında, olanca zarafeti içinde diyaloglarını da içeren bence kıymetli bir metin. Memleketin iki büyük kaybını da tekrar anmış olayım.
Yazının orjinali Mimarlık dergisinde demiştim. O da Şurada.

Turgut Cansever

Hasan Ünal Nalbantoğlu



MİMARLIK VE FELSEFE
Turgut Cansever’in Mimarlığı Üzerine Bir Sorgulama

Hasan Ünal Nalbantoğlu, Prof. Dr., ODTÜ Sosyoloji Bölümü

Yazıyı yayına hazırlarken kaybını öğrendiğimiz Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun, yine iki yıl önce kaybettiğimiz Turgut Cansever’in mimarlığı üzerine yaptığı bir sorgulamaya yer veriyoruz: Mimarlık dünyası ve düşüncesi için her iki ismin kaybının büyük bir eksiklik olduğunu söylemek gerek... Nalbantoğlu şu soruları ortaya atıyor: “Cansever’in gerçekleştirdiği yapılar ve hedeflediği çevreler, modern Da-sein’ımızın bu tüm saçılmışlığının parçalarını toplayıp nasıl biraraya getirecek? Yoksa bunlar varlıklı kesimin, o kesim içinde çok küçük bir parçanın erdemli yaşamaya dönük izlenimi veren tuzukuru kısmıyla alışverişe giren mimarlık seçkinleriyle sınırlı kalmayacak mıdır? Gücü yeten, iktidarlı seçkinler mi bunlar? Bu mekânların göreli huzurunda, oraların ışığıyla yıkanarak, geleceğe güven, umut ve imanla bakacaklar kimlerdir?”
Çoktandır mimarlığın bir tür sosyal-kültürel irdelemesiyle haşır neşir, bu arada da bu alanın pratisyenlerini eleştirmiş biri olarak, neden özel olarak Turgut Cansever’le ilgili bu toplantıya katılmayı kabul ettim? Uzun süredir sosyolojide süregiden tartışmalardan biri de, sosyal bilimler ve diğer alanlarda özellikle “özne”ye vurgu yapan görüşü -ki önünde sonunda bu da kişisel mülkiyet, kişisel imza, işte ünlüler geçidi gibi bir şeyleri çağrıştırır- pencerenin dışında bırakmaktır. Oysa, metaforik konuşursak, öznelliği etrafında onca efsaneler örülen sanatçı ölür; yazısı, kompozisyonu, yontusu, resmi, kısacası “sanat eseri” kalır. Bence esas önemli olan da budur. Öncelik buna verildiğinde, benim için Turgut Cansever, şehir ve mimari, göremediğim Demir Evleri, bir zamanlar kütüphanesinde Osmanlı tarihini çalışırken huzur bulduğum Türk Tarih Kurumu binası gibi “şey”lerdir (Dinge, Sache) bir anlamda. Dolayısıyla tartışmamı daha çok bu boyut üzerinden giderek sürdürmeye çalışacağım.
Burada benden kaynaklı hata payı olacaktır kuşkusuz. Bildiğim kadarıyla, Cansever’in geçmişi, yetişme tarzı, inanç sisteminin de elbette onun tasarım zihniyetinde, çalışma tarzında, ortaya çıkan yapılarının oluşumunda bir pay, bir rol oynadığı inkâr edilemez. Mimar dostlar kusura bakmasınlar, her meslekte olduğu gibi modernlik koşullarında da mimarlığın “istatistik ortalaması” (ki büyük bir çoğunluk tutar piyasada boğulan, onun uğultusu, gürültüsünde dolaşanlar ve buna akademik piyasa da dâhildir) karşısında iş dünyasına eklemlenmese de tasarımlarıyla görece o dünyanın dışında durmayı başarmış sıradışı bir mimar olduğu için tartışmalara katkıda bulunmak üzere buradayım. Ama esas önemli mesele bu bile değil.
Bunları söyledikten sonra, öyle görünüyor ki, kendisi bir anlamda “modernizm”in ussal, matematiksel ve düzlemeci dizgesi ve içinde yer tutan, ülkemizde de 1930’lu, 1940’lı yıllarda “kübist” sıfatı yapıştırılan uluslararası mimarlık akımına karşı. Öte yandan vernakülerci de değil. Cansever’in yaklaşımı yine de ağırbaşlı bir “ussallık” sergilediğine göre, önümüze önemli somut örneklerle çıkan bu ussallığı bir şekilde açmamız gerekiyor.
Burada ciddi sorunlar gizlenmekte ama. Artık yazdıkları ve yapıtları kendisinin önüne geçtiği, dil-dünyanın içine savruldukları için Turgut Cansever’in farkında olsa bile kontrol edemeyeceği sorunlar, tehlikeler var. Bir de buna dikkati çekmeye çalışacağım. Kendisi, bildirisinin (manifestosu mu diyelim?) son kısmında öne sürdükleriyle bir tür “seçkincilik”le bakıyor meseleye. Görebildiğim kadarıyla, Sedad Hakkı Eldem gibi mimarlarımızdan da farklı bir yerde duruyor. En başta yaptıklarına inanmışlıkla birlikte giden içtenliği ve yaptıklarındaki tutarlılık kuşku götürmüyor.
Bu sadece bir bilme sorunu, teknik bilgi sorunu olamaz. Daha baştan bir inanç sistemine bağlılıkla iç içe gidiyor Turgut Cansever’in pratiği. Somut konuşursak,scientia önüne geçen bir tür sapientia, bir iman, bir inanç sistemiyle iç içe giden kişisel bir pratik burada sözkonusu. Üstelik kanımca, bu sapientia’yı yalnızca bir tür “ussal” İslam’a ya da tek tanrıcı dine indirgemek de meseleyi fazla basitleştirmek olur. Belki bu zinciri geriye doğru çekip, Eflâtun’un Timaios’unda söylenenlere bile bağlamak gerekebilir; çünkü bizzat kendi yazısının bir paragrafında (5. paragraf) değindikleri gibi, varlık felsefesine uzanmaktalar. Şimdi önümüzde gerçekten ciddi bir mesele var ve metinlerinden, binalarından gördüğümüz kadarıyla, sadece yazmakla, fikir üretmekle kalmayıp, bir de bunu sanki canlı gibi algıladığını sandığım taşa, malzemeye yansıtarak, bilincinde olmasa bile bir tür platonik geometrik düzen yaratmaya çalışan bir mimarla karşı karşıyayız. Yanılıyor muyum?
Şöyle de diyebiliriz: “Matematik Değerler Aslında Toplumsal-Estetik Değerler midir?” başlıklı yazımda öne sürdüğümü örneğimize uygulayacak olursam, en azından Fisagorculuğun güçlü esintileri altında yazmış bir Eflâtun’un Timaios’undaki, maddeye biçim veren tanrısal güç, yani Demiurgos, insan topluluğunu sürekli tehdidi altında bulunduran kargaşa, düzensizlik, kısacası khaos karşısında kalıcı bir kosmos yaratmak uğruna müziğin sesine kulak veren, güzel (kalon) ve iyinin (agathon) yaratıcısı o yüce matematikçi, o mimardan başka kim olabilir ki? Eğer insandan, varlığın tonal skalasında yerini alması, makrokosmos içinde mikrokosmos olarak onu yansıtması bekleniyorsa, kozmosun kaosa galebe çalması, onun yerini alması gerekir. Burada da çirkin olana yer yoktur.
O zaman ilk soruyu soruyorum: “Çirkin” olmaksızın, “güzel” nasıl takdir edilebilir (edilebileceği varsayıldığında tabii)? Eflâtun’un demiurgos’u fazla temizlenmiş bir sanal alan, dikensiz gül bahçesi (sanki şimdiki şu kokmayan “American beauty”) sunuyor bizlere. Aynı demiurgos işliğinde işi bittikten sonra hiçbir artık ve cüruf da bırakmıyor. Bu dizgede kosmos, arı, duru bir usun imgesi. Aynı dizgede Eflâtun’dan İslam matematikçilerine, Leibniz’e, oradan da Le Corbusier’ye uzanan uzun yoldan, sayıların müziği ile başlayan mathesis’in yani İslâm felsefecilerinin deyimiyle “ta’limî ilimler”in belirdiği de gözden kaçmıyor.
Dahası var: Müziğin armonileri ve bu armonilerin modülasyonu, yoğurucu, neredeyse tanrısal bir elle, devlet yönetme sanatıyla, düzen yasalarının konulmasıyla da kaynaşır. Burada hemen hemen siyasetin alanına girmiş bulunuyoruz. Zaten Turgut Cansever’in tartışma odağına aldığımız yazısının son kısmında örtük de olsa böyle bir yönseme var. Elbette şeffaflık, adalet, vb. bunları düşüneceğiz; ama böyle bir durumu da düşünmek, bu konuda kendimize ikazda bulunmak zorundayız.
Adalet ve hakçalık, neredeyse bir tanrısal yaratının müziksel yansımasıdır, dediğimizde, bu doğru mu ama? Üstelik içinde yaşadığımız modernlik koşullarında parçalanmışlık ve bitmemişliği parolası yapmış, her şeyin teslim tarihi hep kaçırılan, üstelik öyle olması da istenilen bir dünyada, bu adalet ve hakçalık nereye kadar sağlanabilecektir? Bildiğim kadarıyla, Cansever’in ürünleri ile insanın “tabiatı” hakkındaki görüşleri birbirinden bağımsız düşünülemez. Onun içindir ki kendisinin yaptığı iş ile inanç sistemi arasında sıkı bir bağ olduğu, gözündeki insan imgesi ile insan için ürettiği şeyler arasında yakın bir ilişki bulunduğu gözden kaçmamaktadır. Gördüğüm kadarıyla da, muhafazakâr gelenekçiliğe göre oluşacak habitat, bir yöredeki insanların tarih içinde gelişmiş erdemlerinden, düşün seçkinleri tarafından damıtılarak ortaya konulan huzur barınakları kurmayı hedefliyor.
Geçmişte ne zaman Türk Tarih Kurumu içinde çalışsam huzur duyardım. Bu durum yalnızca arşiv belgeleri ya da Ömer Lütfi Barkan’ın, M. Fuad Köprülü’nün artık birçok eksiğini daha açık gördüğüm yazılarını o mekânda okumanın verdiği hazla sınırlı değildi, aynı zamanda binanın içerisine düşen ışıktı da; hem de içeridekilerin kibar-soğuk, fazla seçkinci tutumuna rağmen. Kendisinin maddeye verdiği biçim, maddeyi “enforme ediş” tarzının bu etkide mutlaka payı vardı. Turgut Bey’i de bir keresinde dinlemiştim, “şeylerde uyuklayan şarkıyı”, maddeyi konuşturarak duymamızı sağladığı o yerde zaten. Binalarının dili de hiç kuşkusuz onun arzuladığı varlık halimizi, Heideggerce bir dil kullanırsak Dasein’ımızı yansıtıyor, üzerine doğrudan parmak basmaksızın. Bu da dildeki “orada-oluş”umuzu nasıl arzuladığıyla yakından ilgili. Ama biz “modernler” dilde, “oralarda”, hele Cansever’in tasarlayıp sabitlediği “orada” durabilir miyiz, ciddi kuşkum var. Aradığı ne peki? Bir dinginlik, huzur aranıyor kuşkusuz. Bodrum Demir’de inşâ’ ettiği evleri sanırım bunun tipik bir göstergesi. Kendisi bu yolla, hakçalık, adalet, şeffaflık içinde, insanda modern tüketiciliğin yer etmesini hiç istemediği, (tüketici insan yeni şey satınalmaz o zaman) bir “belleği” kurmaya, inançla, duyarak, ayık düşünmeyi (Besinnung) bir biçimde yaratmaya çalışıyor. Ama sorun şurada: Eğer dilin içine doğup, orada saçılıp barınıyor ve de yine orada ölüyorsak, dilimiz belâmızdır da. O zaman Cansever’in gerçekleştirdiği yapılar ve hedeflediği çevreler, modern Da-sein’ımızın bu tüm saçılmışlığının parçalarını toplayıp nasıl biraraya getirecek? Hele İstanbul’da? Parolası bitmemişlik, parçalanmışlık olan bir tarih döneminde kimlerdir bu zor işin, yükün altına başarıyla imza atabilecekler? Yoksa bunlar (yine vulgar bir dille konuşacak olursam) varlıklı kesimin, o kesim içinde çok küçük bir parçanın erdemli yaşamaya dönük izlenimi veren tuzukuru kısmıyla alışverişe giren mimarlık seçkinleriyle sınırlı kalmayacak mıdır?
Önemli bulduğum bu sorunu dürüstçe, açıkça tartışmamız gerekir. Biliyoruz ki, gelenek, bellek, hatırlama gibi şeyler, şu hoyrat modernliğin hiç de ihtiyaç duyduğu şeyler değil. Bizler de bunu pratik yaşamımızda, sıkça da kendimizle tutarsızlığa düşerek yaşıyoruz. Sonunda bu bir ethos sorunu. Plebleşememiş, yurttaşlaşamamış, korkak ama alabildiğine kurnaz bir köylümsü kentsoyluluğun pençesindeki bir toplumda (ki ‘gelişmiş’(?) dünyanın çoğunluğu bile pleb ötesine geçip (ya da gerisine düşerek) başka bir yerlerde dolanmaktadır) vizyonu kendi içinde ne denli tutarlı olursa olsun, bilgelik ve erdeme vurgu yapan bir inşâ’ ustasının diyaloga girebileceği ve o ortadaki üçüncü dost (Aristoteles) üzerinden konuşabileceği insan tipi kimdir? İşte bunu merak ediyorum. Gücü yeten, iktidarlı seçkinler mi bunlar? Bu dokularda, bu binalarda yaşayacak, çalışacak, bu mekânların göreli huzurunda, oraların ışığıyla yıkanarak, geleceğe güven, umut ve imanla bakacaklar kimlerdir? Kaldı ki bugün Türkiye’de, sözgelimi Ankaralı, İstanbullu, İzmirli, hiç kimse çıplak bir doğa görmüyor ki. Kentlilerin çevresi çıplak ve tertemiz değil. Tersine, çoğu kez her anlamda kirli bir çevreden geçerek değişik kentli kesimlerin dil/dünyasında Umwelt’leşen bir çevre bu. Sonunda da bu çevrenin sorgulanışı, günümüz insanının kendi doğasının, natura’sının, physis’inin ne olduğunu sorgulamaktan geçer. Burada da tek bir kesimin natura’sıyla sınırlı kalamaz hiçbir “vizyon”.
Tartışmayı daha fazla tekelime almadan, iki noktanın altını çizerek bitireyim. Turgut Cansever’in Ideası, “şeyler”e belirli bir ussal dil kazandırmak üzerine kurulu ve bunu da besleyen bir değer sistemi var. Bu çabaya saygı duymamak olanaksız. “Şey”i sonunda biçimlenebilen bir maddeyle sınırlarsak, ki çok yanılmıyorsam kendisi de “madde” ile “malzeme” arasındaki farkın bilincinde olarak, çoğu inşaat ustasının ve mimarın sandığının tersine, maddeyi cansız malzeme olarak görmüyor. Örneğin amorf bir graniti sanki yaşayan bir şey gibi düşünüyor ve oradaki varlığın dilini şakıtmaya çalışıyor sanırım; maddeye getirmeye çalıştığı görünüşün (eidos) nihai kalıpbiçiminde (morphe) yansımasını arzuladığı en güzel matematiksel düzenle vermeye çalışırken. Ama bu arada sadece taşa biçim vermekle, deyim yerindeyse “taşı öldürüp de binayı yapmak”la bitmiyor olay. Bir de binada yaşayanların etraflarını saran mekândan dolayı içeriden biçimlendiğini de düşünmek gerek. Bu nedenle, dilimizde enformasyon(İngilizcede “in-formed”) sözcüğünü tutmak istiyorum. Bu her zaman kötü bir şey değildir ve eminim ki Turgut Cansever, insanın varlık zinciri içindeki yerini sadelik, titizlik ve alçakgönüllülükle yaşamaya davet etmekte, binaları yoluyla bu çağrıda bulunmakta. Bunu tartışalım isterim.
İkincisi, işin sanat kısmı. Dediğim gibi, Turgut Cansever imzalı şeyleri, bir de yaratıcısından bağımsız görmek gerek. Bu iddiamı en iyi George Steiner’in yakınlarda çıkmış bir eserinden yapacağım şöyle bir alıntıyla destekleyebilirim: “ ‘Oku beni, seyreyle beni, dinle beni’ der ciddi edebiyat, sanat ve müzik yapıtı, ‘böylelikle bitmemişliğimin sevinç dolu hüznünü, sürekli yenilenen hayretini paylaş. Eylemdeki bu bitmemişlikten, ulaştığım en üst noktanın hemen ötesinde duran, [ulaşamadığım] şeyden insan tinine ne kanıt gelirse onu türeteceksin böylece.’ ” [vurgu benim] Aynı ozansılığın mimarlık eserleri için de geçerli olduğunun altını çizerek bitireyim.
 [Aykut Köksal’ın yönettiği panelde yapılan bu konuşmayı izleyen öteki panelistlerin (konuşma sırasıyla Rana A. Aslanoğlu, Günkut Akın, Tansel Korkmaz) katkıları ve Turgut Cansever’in yanıtlarının ardından yazar, açmaya çalıştığı, öncelikle de Cansever’le paylaşacağını umduğu noktaların yanıtını alamadığını belirterek birkaç noktaya daha vurgu yapmıştır]:
Hasan Ünal Nalbantoğlu:
Her birimiz zaten “gelecektelik” (Zukunftigkeit) içindeyiz ve bu gelecekteliği “şimdi”de (Jetzt) yaşıyoruz. Benim son değindiklerim sizin şu anda saklı gelecekteliğinize işaret eden bir şeydi ve bunlar yapıtlarınız üzerinden düşünülmelidir. Yapıtlarınız, tüm ciddi, kalburüstü eserlerde olduğu gibi, bitmiş görünseler de şaşırtıcı biçimde bitmemişlerdir. Ulaşmak istediğiniz en son noktanın ötesinde bir nokta var ve bu noktaya ulaşamıyorsunuz, bütün ciddi uğraş içinde olanlar gibi siz de sanki. Hem bu durum ciddi düşünen, uğraş veren hangimiz için geçerli değil ki? Bazıları bunu düşünmez; örneğin kapkaççı müteahhitler, gökdelen vs. dikmekle meşgul dev şirketlerin sorumlu yöneticileri, üzerinde durduğumuz noktalar üzerine en ufak tefekküre dahi girme eğilimi olan insanlar değil. O bakımdan, yönelttiğim eleştiriye rağmen çabanız benim gözümde çok önemli, çok değerli. Sizin için bir yaşam uğraşı haline gelmiş. Yine de vizyonunuzu konuşlandırdığınız metindeki son cümleniz beni şaşırtıyor. Aşağı yukarı, “Hepimiz tek tek bunu kendimizde gerçekleştirecektir” diyorsunuz, değil mi?
Şimdi, yaşam bana bazı olanakları daha iyi tanımış olsaydı, bugün gelebildiğim noktaya herhalde 30 yaşında varırdım. Tabii ulaşamadığım noktalar da olacaktı -ki hep olacak- ama yeni çevren çizgilerine çekiliyor olacaktılar. Demem şu ki, hakça, adaletli olan her şey, sahte olmayan bir iletişimin oluşturduğu, paylaşılan bir kamu alanıdır da; yoksa şimdiki medyanın kurnazca doldurup boş ileti pompaladığı uğultu alanı değil. Ben, “bu özlemi çekilen alanı nasıl gerçekleştireceğiz ütopyanızda ve hele ütopyanın görünüşte bittiği şu dünyada?” diye soruyorum. Çünkü sizin de çok iyi bildiğiniz gibi “ütopya” Yunancada ou topos’tur, yani “olmayan yer”dir. Tahayyüllerimizdir, düşlerimizdir. Ünlü bir klasisistin (Moses I. Finley) yorumuyla ilk sözcükle (ou) azıcık oynarsanız, eu toposolur, yani “iyi yer”, iyi bir yaşamın kurulacağı tahayyül edilen yerdir bu olmayan yer. Beni sizin yaşam uğraşınızla bir tür diyaloga iten şey de, Almanların Sache dediği, bir meselenin, sonunda da yaşamın tarafınızca ciddiye alınmış olduğunu, zihninizin yanı sıra gönlünüze de vurduğu için yapıtlarınızın o görünüşleriyle ortaya çıktığını düşünmemdi.
Öte yandan da vizyonunuzun eksikleri, dışarıda bıraktıkları, hatta olası mahzurları burada tartışılsın isterdim. Nasıl gerçekleşecek vizyonunuzda önerdikleriniz şimdiki brütal dünyada? Ütopyalar iyidir, hoştur da, kusura bakmayınız, ben aynı zamanda “brutal” bir gerçekçiyim. Bu nedenle, sizin “güzellik” üzerine deminki söyleminizi kabul edemeyeceğim, kusura bakmayın. Öyle bir güzellik yoktur. Etrafınızda çirkinlik olmadan, hiçbir zaman güzelliği takdir edemezsiniz. İşte, kendiniz geldiniz, karşıtların çatışmasından sözettiniz, oluşum içindeki şeylerdeki diyalektiğe girdiniz. Ben bunu başka bir dile kolaylıkla çeviriyorum kendi hesabıma. Ama karşıtı olmadan güzellik neye yarar ki? Bu bir.
Diyoruz ki, işte İstanbul, binaları, depreme hassas yerleriyle, yönetimlerde çatışan karşıt ideolojileriyle vb. ortada. Bu durumda sürdürülebilir bir yaşam için geliştirilen değişik tasarımlar şimdiki dünyanın içinde bir çözüm arayışı, bitmeyene giden bir yolculuktur. Ben aslında konuşlandırılan uzak noktaya hiçbir zaman ulaşamayacağımıza eminim. Gerçekleşemeyecek öyle tahayyüller; üstelik bir tür nostalji kokanları da tehlikeli. Öte yandan Sayın Cansever’e teşekkür borçluyum. O da şöyle bir nedenle: Kendi hesabıma, şimdilerde Aristoteles’i giderek daha bir dostum görmeye başladım. Fârâbi de Eflâtun da var ama, özellikle Aristoteles’in sağlam gerçekçiliği ayaklarımızı hâlâ yere bastırtacak türden. Sayın Cansever’de Eflâtuncu bir yan olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, Aristoteles’ten öğrendiğim bir şey var ki, onu sizde görmek insanı esinlendiriyor. O da kendisinin noûs poietikos dediği ve benim “sezenus” olarak çevirmeyi uygun gördüğüm bir kavram. Son zamanlarda, Batının o çok yetkin çevirmenleri bile, kendi Viktoryen zihniyetlerinden sıyrılmaya mecbur kaldıkları için eskiden “maker mind” yani “yapan akıl”, “eden akıl” diye çok teknolojist bir tavırla çevirdikleri bu noûs poietikos’a Aristoteles’teki vurguyu vermediği için yeni karşılıklar aramaya başladılar. İnsan olduğumuzdan, tek “ölümlü” varlık bizleriz. Eski Yunan’daaion dedikleri “akanzaman”da sınırlı yaşamı sürdürürken gözümüzü dikmişizdir aeidedikleri, benim “yokzaman” diye çevirmeyi tercih ettiğim ebediyete. İşte bu “insanlık hali”nde yazdıklarınız ve diktiklerinizde şavkılanan gönül açıklığı tam da o sezenusa işaret ediyor.
Turgut Cansever: 
Ben bir şey söylemek istiyorum: Tabii ki güzelin varolması, çirkinin varolması da mümkün. O bakımdan ülkemizi gelecek için ümitle düşünebiliriz. Çünkü çirkini gerçekten yaşıyoruz; en başta da İstanbul’da. Önemli olan bunun bilincinde olmak ve açık açık söylemek cesareti. Bunu da biz biliyorsak, bunu biz çok yüksek sesle ifade [etmeliyiz].
Hasan Ünal Nalbantoğlu: 
Buna ben de çok inanıyorum; yüksek sesle ifade etmemiz gerekiyor. İnanılmaz bir şey suskunluk içinde oluşumuz; kötü, çirkin sanki yokmuşçasına davranıyor, üzerine konuşma cesareti göstermiyoruz. Sağolsunlar, mimarların da bunda payı var. Karşı bir örnek: Çok yakınlarda televizyonda Yunanistan üzerine bir program vardı, başbakanları çıktı, röportaj yapıyorlardı, nezaket olsun diye muhabir hanım, “Atina güzel bir kent” dedi, Simitis “Hayır, Atina güzel bir kent değil, yani güzel yerleri var ama Atina güzel bir kent değil” cevabını verdi. Bunu bir politikacının söylemesi büyük bir olay; bizde pek de rastlanmayacak bir olay. Bunu mimarların yüksek sesle söylemesi daha anlamlı olurdu, diye düşünüyorum. Bu kusur tümüyle mimarlarda aranmamalı elbette; ama neden onlar da üstüne gidip söylemezler. Bu da ilginç değil mi?
Turgut Cansever: 
Ben esir edilmiş bir nesil diyorum bunun için. Yani işini yapma hakkından yoksun kılınmış bir nesil.


Sözkonusu yazı sonradan aynı başlıkla iki kez yayımlanmıştır. İlki: Ş. Yalçın (der.) 2002, Bilgi ve Değer, Muğla Üniversitesi Felsefe Bölümü “Bilgi ve Değer” Sempozyumu (17-18 Mayıs 2002) Bildirileri, Vadi Yayınları, Ankara, ss.176-192. Değişikliklerle yine aynı başlık altında yayımlanan ikincisi: Hasan Ünal Nalbantoğlu, 2010, Yan Yollar: Düşünce, Bilgi, Sanat, İletişim Yayınları, İstanbul, ss.13-26.


Paneldeki konuşmacılara önceden gönderilen “Kentsel Mekân Oluşumu için Yeni bir Görüş” başlıklı metin.


“ ‘Read me, look at me, listen to me’, says the significant work of literature, art, and music, ‘and you will share in the joyous sadness, in the constantly re-newed wonder, of my incompletion. You will derive from this incompletion in action what evidence is given to the human spirit of that which lies beyond, just beyond, my highest reach.’ ” George Steiner, 2001, Grammars of Creation, Faber and Faber, Londra, s.191.

10 Ocak 2012 Salı

Murat Güvenç'le İstanbul'un Son Yüzyılı Üzerine

Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi'nin 2010 İstanbul Tarihi sayısı için Murat Güvenç ile İstanbul'un son yüzyılı, ilişkisel sosyal bilim, eleştirel coğrafya gibi alanlar üzerine Yunus Uğur ve Nurullah Ardıç'la birlikte yaptığımız uzun bir söyleşi.



Söyleşi Güvenç'in akademik araştırmaları üzerine samimi değerlendirmeler ve şehir sosyolojisi çalışanlar için eleştirel okumalar içeriyor. Özellikle İstanbul'un tarihsel coğrafyası, sosyal ekolojisi, Ankara, İzmir, Bursa gibi kentlerin karakteristik özellikleri, kent tarihyazıcılığının temel sorunları üzerine çarpıcı değerlendirmeler var. Oldukça kapsamlı bilgiler ve literatür değerlendirmeleri, tanıtımlar içeren İstanbul Tarihi sayısının editörü Yunus Uğur'u da emeğinden ötürü tebrik etmek gerek.
Yazıyı okuma içim:  PDF 


Murat Güvenç

6 Ocak 2012 Cuma

Sosyal Adalet Ölçümleri Üzerine Uluslararası Karşılaştırmalar

New York Times gazetesi, ABD sosyal adalet ölçümlerinde gelişmekte olan ekonomilerle nasıl karşılaştırılabilir diye bir tablo yapmış. Çok profesyonel olmayabilir. Ancak çok kötü de değil.
Bazı göstergeler bakımından düzenlenmiş sosyal adalet ölçümlerini içeriyor. Belki eleştirel bir iktisat anlayışıyla bakılsa farklı sonuçlar üretmek mümkün de olabilir. Türkiye'nin konumu OECD ülkeleri içinde en altta. Tabloyu Türkçeleştirdim. Ülke isimlerini çevirmedim. İktisattaki bazı terimleri nasıl karşılayacağımı bilemedim ama yine de bazı karşılıklar verdim. Yani bazı küçük çeviri sorunları olabilir.
Tablonun orjinaline New York Times sayfasında ve Sociological Images adlı sitede bakılabilir. (Tablonun adının Kümenin Altı olmasının nedeni ABD'nin bu kümenin en altında yer alması).

Tabloda beş ülke kümesi var. Türkiye, ABD, Şili, Meksika ve Yunanistan ile en alttaki kümede. Renk ayrımlarından bu beş küme kolaylıkla ayırtedilebiliyor. Kuzeyin refah ekonomileri her araştırmada olduğu gibi burada da en üst grupta yer alıyor. Türkiye sadece yaşlı vatandaşların yoksulluk puanlamalarında ilk onbeşlik grup içinde. Diğer göstergelerin tamamında durum iç açıcı gözükmüyor. Kuşaklararası adalet puanlaması gelecek projeksiyonu içerdiği için buradaki puan önemli. Burada da en altı sırada Türkiye. ABD açısından sonuçlar Erik Olin Wright'ın Amerikan Toplumu kitabındaki verilerle de birebir uyumlu. Bu eserde ABD'deki eşitsizliklerin boyutlarıyla ilgili başka çarpıcı tablolara da bakılabilir. Kitabın pdf versiyonu verdiğim linkte var.

NOT: Birbirimizden habersiz bir şekilde tabloyu tercüme etmişiz Emrah'la. Blogunda yayınlamış. Onun çevirisi gayet iyi olmuş. En alta onun yaptığı tabloyu da ekliyorum.

Kaynak - Bartelsman Stiftung'dan uyarlanmıştır.



5 Ocak 2012 Perşembe

Andrew Abbott-Şikago Okulu 100 Yaşında

Bu yazıda bir kitap bağlamında sosyoloji tarihi sayfalarına ilginç bir olay olarak geçecek hadiselerin birinden bahsedeceğim. Andrew Abbott Amerikan sosyolojisinin yaşayan ustalarından. Abbott kendisini Şikago Okulu geleneği içinde konumlandırmış ve bol ödüllü birçok araştırmaya imza atmış bir sosyolog. 1988'de yazdığı The System of Professions (Mesleklerin Sistemi) adlı kitabı modern toplumlarda ileri işbölümü ve uzman emeği üzerine yazılmış eserlerin en önemlilerinden. Kitap Amerikan Sosyoloji Derneği'nden Sorokin ödülü alır. Daha önceden Amerikan Psikiyatri Derneği üzerine ve psikiyatri mesleğinin doğuşu üzerine yazdığı makaleler de referans eser niteliğinde. Son on yılda sosyolojik epistemoloji alanına, bir çoğu önceki yıllarda yayınladığı makalelerinin oldukça sistematik derlenmesinden oluşan Chaos of Disciplines (Disiplinlerin Kaosu), Time Matters (Zaman Meseleleri) ve Methods of Discovery (Keşif Yöntemleri) adlı kitaplarıyla esaslı katkılar yaptı. Çalışmalarında Şikago okulunun ekolojik terminolojisini, pragmatik felsefesini ve post-pozitivist sosyal bilimlerinin epistemolojisini temel alan ve "sekans analizi" adını verdiği yapı ve aktör ilişkilerini içermenin yanı sıra sosyolojide sıklıkla ihmal edilen "olay" faktörünü de analize dahil eden bir toplumsal zaman teorisi ve sosyal değişim açıklama programı geliştirerek yenilikçi bir araştırma programı sunar. Amerikan Sosyoloji Dergisi'nin editörlerindendir ki bu aşağıda yazacağım olayla ilgisi nedeniyle oldukça ironiktir. 
Andrew Abbott


Uzatmadan geleyim konuya. American Journal of Sociology'nin (Amerikan Sosyoloji Dergisi - AJS) editörü Prof. Marta Tienda AJS'nin tarihi hakkında bir makale yazıp yazmayacağını 1992 senesinde Abbott'a sorar. Amaç 1995'de derginin kuruluş yıldönümü onuruna dergi hakkında bir yazı yayınlamaktır. Abbott teklifi kabul eder. Bir arşiv çalışmasından sonra yazısını tamamlar. Yazısını Şikago Okulu'nun ilk dönemi ve yine bölümün yayını olan AJS'nin de ilk dönemiyle sınırlar. Kendisinden beklenen formel kuramlar ve hipotez testleri çerçevesindeki bir yazı yerine, Şikago Okulu'nun analitik ve karmaşık bir öyküsü sunulur. Bölüm içindeki ayak oyunları, okulun kurumsal gelişimi gibi mevzular da yazının içindedir. Fakat okulun 1945 öncesindeki tarihi konusunda "yetersiz" bir bakış açısına ve bilgisizliğe "sahip" editörler için yazının büyük bölümü gereksiz görülür ve yazıdan geniş kesintiler ve neredeyse tamamen yeniden yazma talep edilir. Bu sırada Abbott Şikago'da dekan, Amerikan Sosyoloji Derneği'nde ise yayın komite üyesi olmuştur. Bu skandal geri çevirmeden sonra Abbott yazıyı geri çeker. 1997'de Social Forces dergisinde Zaman ve Mekan Üzerine: Şikago Okulunun Çağdaş Geçerliliği adıyla yayınlar. Daha sonra yazdığı bu makaleyi de içerecek şekilde çalışmanın boyutlarını genişleterek bölümün tarihi ile derginin -AJS'nin- tarihini iç içe anlatan bir kitap çalışmasına girer.
Derginin ve bölümün arşivini, kişisel mektupları, yayınlanmış eserleri didik didik eder ve bölümün ve mesleğin tarihi hakkında titiz bir sosyolojik monografi yazar. İkinci bölümünü Emanuel Giziano'yla birlikte araştırır ve kaleme alır. En sonunda kitap Bölüm ve Disiplin: Şikago Sosyoloji 100 Yaşında adıyla 1999'da yayınlanır. Yazısını yayımlamayı reddeden Amerikan Sosyoloji Dergisi'nin 2000 yılından sonra editörü olur ki bu biraz da kitabın başarısı ve sosyologlar arasında yarattığı etkiyle de bağlantılı olsa gerek.
Çalışma yedi bölümden oluşuyor. İlk otuz sayfa mükemmel denebilecek bir ayrıntıda bir Şikago Okulu monografisi sunuyor. İkinci bölüm Albion Small döneminde (1854-1926) bölümün kuruluşu, idari tarihi, derginin yayın hayatına başlaması, bölüme yeni katılımlar gibi konuları ve AJS'nin tarihini anlatıyor. Hangi mesleklerden insanlar dergiyi daha çok domine etti, derginin Small dönemindeki kimliği nasıl şekillendi, efsanevi Robert Park ve ekibinin getirdiği yenilik nasıl tuttu gibi sayısız konunun açımlanmasıyla bu bölüm şekillenmiş. Ayrıca bu dönemde bölüm içinde yapılan ve özellikle kent, ırk çalışmaları, etnisite sosyolojisinin kurucu eserleri olarak anılan Park, Hughes, Wirth, Zorbaugh gibi isimlerin yazdığı eserlerin bağlamı da hikayede mevcut. Üniversite ve fakülte yönetiminden kaynaklanan bir dizi tercihin yarattığı etkiler odağında geçen otuz yılda oluşmuş ekibin nasıl dağıldığı, yeni isimlerin bölüme girmesiyle araştırma programına ilişkin tartışmaların ne tür şekiller aldığı, bir dizi arka arkaya beklenmedik ölümün bölümün geleceğini nasıl etkilediği Geçiş Dönemi olarak ele alınan üçüncü bölümde anlatılıyor. Bu 2. ve 3. bölümler aynı zamanda sosyoloji tarihinde hala anılmaya değer parlak kentsel etnografilere de değiniyor. The City (Şehir) adlı klasik başyapıttan başlayarak Louis Wirth, Everett Hughes, Harvey Zorbaugh, Nancy Fraser gibi isimlerin yazdıkları eserlerin önemi bu bölümün anlatımında daha da belirginleşiyor.  Geçiş Dönemi okul tarihinde önemli etkiler bırakır. Özellikle sosyolojik epistemoloji ve metodoloji konusunda bölüm seminerlerinde profesörler arasındaki hararetli tartışmaların gitgide subjektivist bir pozisyonu güçlendirmesi, Herbert Blumer gibi isimlerin diğer profesörlerin yarattığı dengede yeterli etkinlik alamaması, dekanlığın yaptığı atamalarla bölüme sürekli müdahale etmesi gibi bir çok sorun nedeniyle bölümün parlak dönemi de sona erer. Bu derginin kimliğine de yansır. Amerikan Sosyoloji Derneği'nin yeni bir dergi çıkarmaya başlaması (American Sociological Review), Lazarsfeld gibi anaakım pozitivistlerin, rasyonel seçim kuramcılarının ve işlevselci Parsons gibi Harvard hocalarının yeni rakip kuvvetler olarak ortaya çıkması dergiyi de, bölümü de etkiler. Kamuoyu algılarını, kanaatleri, siyasal eğilimleri ölçmeye dayanan sosyolojik gerçeklik ve teoriden bihaber bir pozitivizmin gittikçe güçlenmesi bölümün zengin sosyal araştırma ve etnografik betimlemeye dayanan yaklaşımına ciddi bir rakip olur. Zamanla rakip güçlerin yarattığı iklim Şikago "markası"nı silikleştirir. Dergi kaçınılmaz olarak bu yeni ortama uyum sağlar ve bir ekol yayın olmaktan çok profesyonel meslek dergisine dönüşür. 1955'ten itibaren bölüm yeni bir yön alır. 4., 5. ve 6. bölümlerden hem derginin hem de bölümün savaş sonrası dönemdeki yeni yönelimi ayrıntılı bir biçimde açıklanmaktadır. Mevcut teorik birikimle uyumlu çalışanların yanı sıra James Coleman (rasyonel seçim kuramı), Edward Shills (tarihsel sosyoloji), Morris Janovitz (Ordu Sosyolojisi) gibi birçok isimle bölüm hem zenginleşir ama aynı zamanda farklılaşarak ilk dönemdeki insicamını kaybeder.
Abbott'un kilit kavramlarından biri "çevre"dir. Ekolojik bakış açısını yansıtan bu kavramla Abbott, bir meslek ve onun icrası ile etrafındaki idari (üniversite, fakülte, bölüm içi gelişmeler), sosyal (akademisyenlerin sosyal çevresi) ve ekonomik (araştırma fonları gibi) dünya arasındaki ilişkileri ayrıntısıyla birbirine bağlar. Abbott'un iş ve meslek sosyolojisi çalışmalarında da bu terminoloji başattır. Abbott'a göre bölümün kuruluş yıllarından kalma sosyal araştırma, sahada gözlem, katılımlı gözlem, etnografi gibi yöntemlere dayalı birikim 1970'lerden itibaren yeni kuşaklarla yeniden organize olur. Nesne açıklanırken modelin kompleksiteye ve zaman-mekan boyutlarına duyarlılığı bakımından zaman içinde farklı çerçeveler de gelişir. Ağ yaklaşımın ustalarından Edward Laumann, Peter Blau, Andrew Abbott, Ervin Goffman, doktorasını Şikago'da aldıktan sonra bu bölümde yıllarca çalışan Harrison White gibi isimler okulun yeni kuşak isimlerindendir. Son bölümde Abbott'a göre ilk yıllarında yapılan büyük araştırmalarla uyumlu şekilde "bölüm" meydan okumasını sürdürmektedir. Kitap sosyoloji tarihinin en önemli sayfalarından birini sosyolojinin araçlarını mesleğin tarihine tutarak başarıyla irdeliyor. Amerikan pragmatizminden sofistike bir sosyolojik teori üreten okulun/ekolün epistemolojik ve metodolojik bakımdan kendi içinde çeşitlenerek büyümesi ve olgunlaşması da dikkate değer.

Sanat Sevdası: Avrupa Sanat Müzeleri ve Ziyaretçi Kitlesi

Pierre Bourdieu'nün Alain Darbel ve Dominique Schnapper ile birlikte Avrupa'daki müze ziyaretçileri, sanattın toplumsal temelleri üzerine yazdığı Sanat Sevdası Türkçe'de. Ayrıntılı istatistiksel veriler kullanmasıyla da dikkat çeken çalışma sanat sosyolojisi literatürüne temel bir katkı. İletişim Yayınları'nın Sanat ve Hayat dizisinden çıkan müze kitapları ile birlikte okuduğunda çok daha verimli olabilir diye düşünüyorum. Bunlara Thomas Bernhard'ın harika kitabı Eski Ustalar kitabı da eklenebilir. Kitabın alt başlıkları şöyle:
Sanat Sevdası


Önsöz
Çağın Havası
Araştırmanın Amaçları
Birinci Kısım
Kültürel Hayatın Toplumsal Koşulları
İkinci Kısım
Kültürel Eserler ve Kültüre Düşkünlük
Üçüncü Kısım
Kültürel Dağılımın Yasaları
Sonuç
Araştırmanın Kronolojisi

2 Ocak 2012 Pazartesi

Pierre Bourdieu: Müdahil Bir Bilgi İçin

Sağolsun Emrah tekrardan çevirmiş Bourdieu'nün "Müdahil Bir Bilgi İçin" başlıklı son konuşmasını.

"Soru şu; bilim insanları, meslekleri sayesinde ulaşmış oldukları bilgi ile bizi bekleyen faciaların önünü kesebilecek kişiler, susabilirler mi ya da susmaya hakları var mı? Veya bu suskunluk, yardım edilmesi gereken ve şu anda tehlikede olan insanlara karşı yerine getirilmesi lazım gelen sorumluluktan kaçmak demek değil? Eğer dünyamızı ciddi felaketlerin beklediği doğruysa, bu kişilerin, yani bu felaketleri önceden tahmin edebileceklerini düşünen ve bu felaketlerin gelişini görenlerin, bilim insanlarının, çokça sığındıkları bütün bahaneleri bir kenara atıp, gerçeği göstermek görevleri değil midir?" 
PIERRE BOURDIEU





Pierre Bourdieu


Habitat II Tartışmaları ve İstanbul’da Toplumsal Dönüşüm

Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi'nin 2010 yılı 16. sayısı İstanbul Tarihi için yazdığım "Habitat II Tartışmaları ve İstanbul’da Toplumsal Dönüşüm" başlıklı makalemi ekliyorum.

Son dönemdeki toplu konut, kentsel dönüşüm tartışmalarının bir ön müzakeresi olarak da düşünülebilecek ve 1997'de İstanbul'da yapılan Habitat toplantısının İstanbul'un dönüşümü bağlamını kurmak için yazmıştım. 

Daha önceden Habitat II ve Konut Sorunu başlıklı bir yazıda başka bazı sorun alanlarına işaret etmeye çalışmıştım. Kentleşme ve çevre sorunlarının temel parametrelerinin tespitinde etkili bir kurum olan Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşmeleri Merkezi'nin faaliyetleri de bir ölçüde bu toplantıların yarattığı gündemler üzerinde şekilleniyor. Kentleşme, ekoloji, yapılı çevre, planlama gibi alanlarda çalışanlar için merkezin internet sitesi çok faydalı. PDF


Süleymaniye'den Zeyrek ve Fatih - Fotograf Alim Arlı


Süleymaniye'de Metruk ve Yıkık Bir Konak - Fotograf Alim Arlı