3 Temmuz 2012 Salı

Şehir Sosyolojisi: 1970 Öncesi Tartışmalar Hakkında Bir Yeniden Değerlendirme

Şehir sosyolojisi alanının teorik kaynakları üzerine Türkçe'de bazı kaynaklar mevcut. Ancak klasik dönem tartışmaları hakkında efradını cami ağyarını mani bir metin bulmak o kadar kolay değil.
Bir Kent Sosyolojisi derlemesi için benden bir yazı istendiğinde bu konuda yazmanın iyi olacağını düşündüm. Kırküç sayfalık uzunca bir makale ortaya çıktı. Geçtiğimiz ay Hece Yayınları arasından Kent Sosyolojisi derlemesinde çıktı. Yazının başlığı "Şehir Sosyolojisi: 1970 Öncesi Tartışmalar Hakkında Bir Yeniden Değerlendirme". Normatif olmaktan kaçınmaya çalıştım ve daha tanıtıcı bir metin olmasına gayret ettim.


Özetlemem gerekirse yazı şu konuları içeriyor:

Şehir sosyolojisi ve şehircilik bilimi alanının doğuşuna zemin hazırlayan 19. yüzyıl kentleşme tarihinin ve sanayi şehirlerinin gelişme ve değişim dinamiklerinin ana hatlarıyla özeti. Şehir çalışmaları alanında kompleksiteye duyarlı metotlarla çalışmanın gerekliliği hakkında bir yöntemsel değerlendirme.
Daha sonra sanayi toplumu ve kapitalizm bağlamında kenti anlama denemeleri ve özellikle kent planlama çalışmalarının başlangıcı. Bu çerçevede ütopik olan ve olmayan kent planlaması ve kent çalışması girişimlerinin başlangıcı: Sir Ebenezer Howard, Sir Raymond Unwin, Sir Patrick Geddes ve Lewis Mumford'ın alanının kuruluşuna katkıları.
Ardından kuruluş döneminin paradigmasının şekillenmesinde derin etkileri olan  Alman kültür dairesindeki yazarlara bir bakış: Max Weber, Georg Simmel, Ferdinand Tönnies, Walter Benjamin, Oswald Spengler.
Giriş niteliğindeki ilk yirmi sayfalık bölümü takiben kent ve göç sosyolojisinin kuruluşuna öncülük eden Chicago Okulu'nun çalışmaları üzerinde duruyorum: Robert Ezra Park, Ernest Burgess, Louis Wirth, Harvey Zorbaugh, William Thomas, Florian Znaniecki, Franklin Frazier ve Charles S. Johnson'ın çalışmalarının kent sosyolojisi bağlamındaki önemleri.
Onbir sayfalık bu bölümün ardından 1945 sonrasında kent sosyolojisi alanındaki yeni gelişmeleri genel hatlarıyla ele almaya çalışıyorum. Raymond Pahl, John Rex ve Robert Moore'un Chicago geleneğine eleştirilerine kısaca odaklandıktan sonra Charles Tilly'nin ekolojik modelini açıkladığı tablosunu merkeze alarak yaklaşımları sınıflandırmaya çalıştım.
En son Herbert Gans'ın ve Manuel Castells'in ilk dönem kritiklerini kısaca zikrettikten sonra 1970'lerin başında yazıyı bitiriyorum.
Aşağıya PDF formatında ekliyorum yazıyı.

İNDİR

24 Mart 2012 Cumartesi

Wisconsin Gölleri ve Madison

Wisconsin eyaleti Minnesota ile birlikte ABD'nin gölleriyle ünlü eyaletlerinden. Monona, Mendota, Wisconsin, Kristal, Devil's gölleri ve çevrelerindeki yapılaşma ile dengeli bir kentleşme ve doğa-kültür uyumunun hissedilebileceği yerlerden.

Mendota Gölü
Bu göl, Madison'ın en büyük gölü. Eyaletin başkentinin, Monona Gölüyle birlikte, çevresinde yayıldığı iki gölden biri. Üniversite kampüsünün gölün müstesna köşeleriyle uyum içinde yayıldığı, kuş cenneti köşesi, Kızılderili kutsal gömütleri olan yerleriyle gizemli bir havası olan bir alan. Kışın tamamen donduğunda üzerinde rahatlıkla yürünen, yaz geldiğinde üzerinde yatlardan geçilmeyen göl.


                                          Mendota Gölü: Sosyoloji Bölümü konferans odasından Picnic Point by Alim Arlı



Monana Gölü
Daha çok Frank Lloyd Wright tarafından yapılan Monona Terrace oteli ile bilenen bu göl, şehri çevreleyen bir diğer kapalı havza. Geceleri çevresindeki yapıların ışığıyla güzel bir silüete bürünür.



Crystal Lake
Kemal Karpat hoca ile gidip gezmiştik. Dinginlik bakımından harikulade bir yerdi.



Wisconsin Lake
Buraya da Kemal Karpat hoca ile gidip gezmiştik. Kemal hoca arabayı gölü çevreleyen orman içinden yüksek bölgelere çıkarınca Wisconsin'in gerilim ve korku filmleri için neden doğal bir ortam olduğunu daha iyi anladım. Gölün çevresindeki lüks konut alanlarıyla, Wisconsin'li mimar Frank Lloyd Wright'ın Broadacre ütopyasına özenir bir bölge gibi bir havası vardı.




Devil's Lake

Kuzey Wisconsin'de yer alan, muhteşem tabiatıyla insanı hayretlere sevkeden bir diğer göl ise Devil's Lake yani Şeytan Gölü. Sevgili Orhun Özkan ve Mehmet Ö. Alkan hocayla birlikte gittik ve gölün çevresini gezdik. Madison'da yaşayan Türkiye'den giden diğer hoca ve arkadaşlarla piknik yapmıştık. Unutulmaz, güzel bir gündü.



Devil's Lake kendisini çevreleyen bir orman kuşağıyla harikulade bir yere dönüşmüş ve yüksek noktalarında Amerikan kartallarının görülebileceği doğal bir ortam sunan benzersiz güzellikte bir göl.


9 Mart 2012 Cuma

Chicago

Chicago kent sosyolojisinin bir alt disiplin olarak doğduğu şehir. İkinci sanayi devriminin birkaç önemli merkezinden ve Amerikan modernliğinin ete kemiğe büründüğü önemli birkaç metropolden birisi. Yayıldığı muazzam genişlikteki alan itibariyle bakıldığında bir metropoliten kabus belki. Michigan Gölü kenarında kurulan şehir, 1830'larda 5-10 haneli bir köyken; 1890'ların sonuna doğru milyonluk bir şehir olmuştur. İşçi-emekçi bayramının doğduğu, sendikal hareketin en kuvvetli olduğu ilk yerlerden. Yanı sıra 1871'den şehrin tamamına yakınını kül eden bir yangından birkaç yıl sonra muazzam bir hızla toplarlanarak tüm dikkatleri üzerine çekmiş ve mimaride adıyla anılan bir ekol üretmiştir.
Etnik ayaklanmaları, grevleri, muazzam büyüklükteki fabrikaları, tarihi borsası, Pulman vagonları, mezbahaneleriyle yeni dünyanın sembol metropollerinden. Katı olan herşeyin buharlaştığı bir mekan. Şehrin tarihi moderniteye farklı bir giriş, nevi şahsına münhasır bir odak olarak da okunmaya uygun.
Paris, Londra gibi Avrupa metropollerinin yanında yeniyi temsil ettiği söylenebilir. Izgara planın kusursuz bir uygulamasıyla hayranlıklar uyandırdığı kadar sırf bu nedenle şiddetli eleştirilerin de odağı olmuş bir kent. "Doğanın metropolü" diyen de var Blues'un Başkenti diyen de. Her ikisi de doğru belki, ancak en çarpıcısı hırslı, engel tanımayan kapitalist girişimciliğin cisimleştiği bu şehir en yoksulu ve en fakiriyle tarihin gördüğü en önemli insan deneylerinden birinin ete kemiğe büründüğü bir yer.
Çok katlı yapıların tarihi bakımından ilkleri bünyesinde barındıran gökdelenlerinin yanı sıra müzeleriyle, sahil yürüyüş yollarıyla, ünlü mimarları, parkları, lokantalarıyla modernliğin katı ve soğuk standartlaştırılmış zamanının metropolü Chicago...
Aşağıda benim ve eşimin çektiğimiz bazı Chicago fotoğrafları...












6 Mart 2012 Salı

Patrick Geddes

1854 ile 1932 yılları arasında yaşayan Patrick Geddes'in ismi şehir planlaması eğitimi almayanlar dışında pek bilinmez. Biyoloji eğitimi almış olmasına rağmen, özellikle şehir plancılığı, çevre felsefesi ve teknoloji eleştirinde erken dönemin en etkili düşünürlerindendir. Lewis Mumford'ın eserlerinde ismi sık sık geçen ve bir üstad olarak selamlanan Geddes İskoçya'da sosyoloji profesörlüğü de yapmıştır. Ömrünün son döneminde Akdeniz ve Yakın Doğu ülkelerine geziler yapmış, birçok şehir için şehir planları yapmış ve ölmeden önce Fransa'ya yerleşerek öğrenciler yetiştirmiş bir düşünürdür. Elisée Reclus gibi yakın dostlarının da katkısıyla Edinburgh üzerine yaptığı şehir planıyla planlama tarihine büyük bir adım attırmıştır. İlk kent anketlerini (kendi ifadesiyle sörveylerini) kapsamlı biçimde kullanması, park, bahçe ve kamusal alan kullanımları için icat ettiği fikirler, planlama öncesi araştırma ve analiz düşüncesini kurumsallaştırmasıyla yaşadığı dönemde de yaygın bir etki sahibi olmuştur.

Patrick Geddes

Geddes'in önemi daha çok kent ve çevre sorunlarını sistematik ve kapsamlı bir felsefe içinde organik terimlerle ele almış olmasında yatıyor denilse abartılmış olmaz. Özellikle yurttaş katılımını dışlayan cetvel ve pergel şehirciliğini eleştiren Geddes, insani ölçeği yok etmeyen dengeli bir şehircilik fikrinin ilk önemli savunucularındandır. Yurtdışında bir kaç kitabını tesadüfen bulduğum sonra da kapsamlı bir biyografisini aldığım bu isimden Lewis Mumford'ın eserlerinden aşina olsam da, yeterince tanımıyordum. Geddes ismi kent tarihçiliği ve sosyolojisi için kritik önemde bir düşünür ve eleştirmen olmasına rağmen ülkemizde pek bilinmez ve zikredilmez. Özellikle özgürlükçü bakış açısı, yerel katılımı önemsemesi, çevre ve teknoloji felsefesi alanındaki orjinalitesi ile klasik sosyoloji çalışmaları arasında anlatılması gereken bir klasik düşünür olarak görünmeye başladı bana. Çabaları İngiltere, İskoçya ve ABD'de belirli bir ilgi ve övgü almış olsa da, düşüncülerinin özgünlüğü ile ülkemizde de keşfedilmeyi bekleyen bir düşünür.

19 Şubat 2012 Pazar

Prof. Dr. İhsan Bilgin: Taksim projesi rüküş, israfkâr ve görgüsüz


19 Şubat 2012'de Taraf Gazetesi'nde İhsan Bilgin'in Taksim Yayalaştırma Projesi ve son dönem İstanbul projeleri üzerine değerlendirmeleri.


Rüküş, israfkâr ve görgüsüz

Prof. Dr. İhsan Bilgin
Evet, kentlere ve özellikle de İstanbul’a yatırım yapılıp yapılmaması, ekonomik ve sosyal hareketliliğin hem göstergesidir, yani sonucudur, hem de sebeplerinden biri. Bulunduğumuz tarihsel anda hem bazı yatırımcılar, hem de AK Parti’de siyaset yapmayı kariyer hedefi haline getirmiş “Erman hoca” misali “hoca” olan, sözdeduayen, kimi kentle ilgili meslek sahipleri, İstanbul’a mutlaka büyük ve sansasyonel proje gerektiğini empoze ederek başbakanı ve belediye başkanını yanıltıyorlar. Bu yanıltmayı da “vizyon” gibi bazı sözcüklerin ardına saklayarak yaptıklarından, olabileceğinden daha cazip bir paket içinde sunmuş oluyorlar.
‘Vizyoner’ projeye gerek var mı?
Marmaray/ metro... köprü, kanal vs..
Oysa iki nedenle bugünkü Türkiye’nin, İstanbul’un ve siyasi iktidarın “vizyon” adı altında paketlenmiş büyük yatırımlara ihtiyacı yok:
1. Türkiye bu dönemde zaten tarihindeki en hareketli ekonomik ve siyasal dönemlerinden birini yaşıyor; işte giderek efsaneleştirilen ekonomik büyüme trendleri, işte ilk defa artık çözülmenin eşiğine gelinmiş vesayet rejimi sorunları, işte nihai adım bir türlü atılamasa da Kürt sorunu konusundaki önceden hayal bile edilemeyecek kıpırdanmalar.
2. Hem İstanbul’un hem de siyasi iktidarın “vizyon” sözcüğü ile paketlenmiş büyük, rüküş, israfkâr ve görgüsüz projelere ihtiyacının olmamasının ikinci nedeni, bu dönemde zaten Asya ve Avrupa yakasının demiryolu ağlarını birbirine bağlayacak olan Marmaray projesiyle -belki Konstantin’den beri- tarihinin en büyük ve dönüştürücü projesine kavuşmanın eşiğinde olmasıdır. Bırakınız Kanal gibi mimari ve kent planlama olarak israftan; dolayısıyla görgüsüzlükten başka bir anlama gelme şansı olmayan ve doğayı taklit etmek gibi tarihte de emsali olmayan Zihni Sinir projelerini; Boğaz Köprüsü gibi yakın tarihe damgasını vurmuş Demirel ve Özal gibi politikacıların da iştahını kabartmış büyük yatırım ve eser verme heveslerini bile manasız hale getirmektedir. Evet, Marmaray ve aracılığıyla 100 yıllık gecikmeyle İstanbul’un demiryolu ağını kapatacak, dolayısıyla metrosunu tamamlayacak bir projeye imza atacak bir başbakanın ve belediye başkanının ne kanala ne köprüye ne de Taksim’e ihtiyacı var. Çünkü zaten bunların hepsinden misliyle önemli bir projeyi, İstanbul’un makroformunu yeniden şekillendirecek ve şehri herkes tarafından kolayca ulaşılabilir kılacak bir hamleyi gerçekleştirmenin eşiğindeler. Her yeni arayış eldeki tarih değiştirici, eşik atlatıcı projenin önemini azaltmakta, inisiyatörlerinin ona sahip çıkmadığı izlenimi vermekte, İstanbul’un kadim tarihinin en önemli projesi gölgelenmiş olmaktadır.


Aksaray, Dolmabahçe, Tahtakale Ve... Taksim...
Ve en sonunda da Taksim; tıpkı Boğaz’a köprü gibi Taksim de kalıcı iktidarların müdahale etmekten kendilerini alamadıkları bir yer olmuştur. Bunda herhalde çokmerkezli bir metropol olan İstanbul’un en önemli merkezi olmasının payı büyüktür; farklı sınıfların, kimliklerin, kuşakların, altkültürlerin karşılaşma, “görme ve görülme” mekânıdır Taksim. Dolayısıyla kozmopolitlik için örnek gösterilecek ilk yerdir. Metropollerdeki tecrit yaşama biçimlerinin ve alışkanlıklarının başlıca küresel konulardan ve sorunlardan biri olduğu bir dünyada herkesi herkesle karşılaştıran bir yer olarak Taksim’in, aynı zamanda da bir trafik kavşağı olması, tek önemli özelliği değildir. Bu saptamalar Taksim projesinin başlıca meşruiyet zeminini (trafik yerine yaya!) kaydırmakta ve geçerliliğini ortadan kaldırmaktadır. Meydanda zaten her türlü sosyal sınıf ve tabakadan, kuşaktan, etnik gruptan ve semtten insanlar ve gruplar bulunmaktadır. İstanbul’da bayramöncelerinin Eminönü ve Tahtakale’sinden başka böyle bir yer de yoktur. Dolayısıyla Eminönü-Tahtakale ile birlikte İstanbul’un yayalaştırılmak ve yaya çekmek üzere müdahale edilebilecek en son iki yerinden biridir Taksim. Bu nedenlerle bugün Taksim’in orta yerinde durulup çevreye bakıldığında esas hareketliliğin 5-10 belediye otobüsüyle 20-30 sarı taksiden ziyade, caddelere de taşmış yaya sirkülasyonundan kaynaklanması ve araçların caddelerdeki yaya sirkülasyonunu kesintiye uğratır pozisyonda kalmaları da tesadüf değildir.
Gelelim yeni projeye ve onun muhtemel sonuçlarına; iddia edilenin aksine asıl projeden sonra zaten büyük oranda yaya sirkülasyonu ile dolu olan İstanbul’un bu en büyük boşluğu, trafik tarafından kalıcı bir biçimde işgal edilmiş olacaktır. Trafik, sadece seyir halindeki araçların toplamı demek değildir. Kentlerde trafik uğruna kaybedilmiş alanlar varsa bunların büyük bölümünü, beceriksizlik ve sakarlıkla kente serpiştirilen trafik akışı için yapılmış inşaatların ve dev altyapıların oluşturduğu aşikârdır, yoksa sabah ve akşam arka arkaya dizilmiş araçlar değil. Ne de olsa araçlar geçicidir gelir -geçerler (adı üstünde: otomobil) ama trafik için yapılmış inşaatlar kalıcıdır, gece -gündüz, yaz -kış kıpırdamadan dururlar (adı üstünde gayrımenkul). Gözümüzün önüne İstanbul- Ankara otoyolunun Hereke, Darıca gibi yerleşim alanları ile kesişme noktalarını getirelim. Buraları yaşanmaz kılan trafik, arka arkaya dizilmiş araçlar mıdır, yoksa bunların üzerinden geçmesi için yapılmış viyadükler mi? Aynı şey Kâğıthane vadisindeki viyadükler için de geçerlidir. Günümüz kentlerinde viyadüklerden ve dalışçıkış tünellerinden daha hacimli kütle bulunmamaktadır. Öyle ki tek başlarına bu viyadük ve kavşak çözümleri, Baden-Baden gibi sevimli bir Ortaçağ kentini dev bir otoyol kavşağının yan tesislerine dönüştürüp cehenneme çevirebilmektedir. Bu viyadük ve kavşak çözümlerinin Los Angeles gibi bazı yığılma bölgeleri için çözüm olabildiklerini de unutmamak gerekir tabii. Ama bu çözümler yığılmanın değil de kentleşmenin sözkonusu olduğu yerler için her zaman sorun oluştururlar. Öyle ki, Boston gibi Amerika’nın en makul ölçekli kentlerinden birinin limanı ile yönetim merkezi bile denize teğet geçen bir dalış -çıkış tüneli ve viyadük tarafından darmadağın edilebilmekte ve bütün şehri ayağa kaldıracak bir huzursuzluğun kaynağı olabilmektedir. Bir an için Valide Camii’nin yanındaki (Pertevniyal Lisesi’nin altı) Aksaray kavşağının 1970’ler öncesini getirelim gözümüzün önüne; ve kavşağın ortasındaki dairesel çim refüjün çevresine dizilmiş birkaç 1950 model damalı taksi ile Bakırköy minibüsünü. Bir de şimdiki viyadüğü düşünelim. Değer miydi bu taksileri ve minibüsleri kent peyzajından silmek uğruna bu viyadüğe katlanmaya? O kadar uzaklara ve gerilere gitmeye gerek de yok. Dolmabahçe Stadı ile Dolmabahçe Sarayı arasındaki kavşağın bir şimdiki halini bir de İstanbul’un genel trafik akışı bakımından son derece faydalı olan tünellerden önceki halini sırayla getirelim gözümüzün önüne. Hangisinde trafik o alanı daha çok işgal ediyor? Tünellerin genel faydası bir yana; değer miydi araçları görünmez kılmak uğruna şehrin o kıymetli noktasındaki dalış ve çıkış tünellerine katlanmaya? Hangisi daha trafik odaklı, eskisi mi yenisi mi? Hangisi daha hesaplı? Hangisi daha efektif?
İşte Taksim’i de bekleyen sonuç: Aksaray ve Dolmabahçe için sorduğumuz karşılaştırmalı soruları 10-15 yıl sonra Taksim Meydanı için sorduğumuzda; dalış-çıkış tünelli, viyadüklü proje sonrası Taksim’i değil de bugünün sözde trafiğin işgaline uğramış Taksim fotoğraflarını tercih ediyor olacağımız şimdiden belli değil mi? Üstelik bu kez feda edeceğimiz sadece kent peyzajı olmayacak. Muhtemelen İstanbul’un en kozmopolit, canlı ve cazibeli alanını, tüm vaatkâr ilişkileri ve ötekiyle karşılaşma imkânlarıyla birlikte yitirmiş olacağız. Bir kez daha hep birlikte Taksim’in alacağı o dalış-çıkış tünelli, viyadüklü kasvetli peyzajı canlandıralım gözümüzde; gerçekten istiyor muyuz kozmopolitliğin üzerine dökülecek o, büyük ihtimalle öncülleri gibi beceriksizce inşa edilecek kütleleri? Değer mi? Üstelik de ne uğruna?..
Konu Taksim olunca ister istemez, 12 Eylül sonrası yönetimlerinin istikrarla sürdürdükleri burayı siyasal/ sosyal hareketliliklere kapatma kararlılığı ile Taksim’in sosyal bellekteki simgesel anlamlarını birarada akla getirince acaba diye düşünmeden edemiyor insan. Bütün bunlar kastedilmeyen sonuçlar değil de sonuçları bilinerek ve istenerek alınan kararlar mı? İktidarların bu kozmopolit bellekle sosyal hareketliliğin buluşması halinde olacaklara ilişkin bizler tarafından kestirilemeyen bir bilgileri ve sezgileri var da haberimiz olmadan birbirlerine mi aktarıyorlar? Birbirlerinden öğreniyor olabilirler, ama başkalarına kapalı oldukları belli. Yoksa mimarlık okullarının ve Mimarlar Odası’nın en gözde konularından olan bu meydana (örneğin Bilgi Üniversitesi Santral kampüsü mimarlık binası girişinde Bilgimimarlık atölyelerinde üretilmiş alternatif Taksim çalışmaları ve projeleri halen sergilenmeye devam edilmekte) göz göre göre bu ölçüde kaba -saba ve elleri titremeden davranmaları bu kadar da kolay olmazdı.
Tabii Taksim gibi şehrin en hareketli, cazip ve gözönünde alanı sözkonusu olduğunda konu viyadük ve dalış-çıkış tünelleriyle de kapanmıyor. Anti-mimari ve anti-kentsel her türlü ideoloji ve klişe saçılıveriyor ortalığa. Mimari olarak anlamlı olabilecek pek çok konu kuyrukta projelendirilmeyi ve kaynak ayrılma sırasını beklerken bu klişeler hemen somut projeye dönüşüveriyorlar. İşte 1940’ların sakarlığıyla ortalığı temizlemek uğruna alelacele yıkılıvermiş Taksim kışlasını yeniden-inşa etme projesi; tıpkı Gülhane Parkı’nın Topkapı Sarayı’nı şehirden tecrit etmesi gibi Yıldız ve Dolmabahçe saray komplekslerini şehirden tecrit etmek üzere bırakılmış Maçka Parkı boşluğunun çeperlerine bu tecriti iyice tahkim etmek üzere yerleştirilmiş Gümüşsuyu-Taksim-Taşkışla-Harbiye-Maçka kışlalar zincirinin parçası olan bu kışla - Topçu Kışlası, tıpkı diğerleri gibi gerçekten de iri cüssesi ve modüler kurgusuyla birçok farklı işlevi barındırabilecek bir kapasiteye sahiptir. Ancak tıpkı 40’larda yıkılmasının anlamsız ve faydasız olması gibi bugün replikasının yeniden-inşası da alternatif çözümlere oranla daha otomatiğe bağlanmış, yaratıcılığa ve mimarlığa uzak bir düşüncesizlik örneğidir. 1940’larda Berlin yeniden inşa edilerek ayağa kaldırılırken Topçu Kışlası yerle bir ediliyordu. 2010’larda ise Berlin müze adası üzerindeki “Neues Museum” döneminin en dikkat çeken girişimlerinden ve mimari projelerinden biri olarak David Chipperfield tarafından bütün meslek camiasının hayranlığını kazanacak bir zerafet ve incelikle restore edilirken; bunun yerine Topçu Kışlası için 90 sonrası Berlin’inin en çok eleştirilen projesi olan, yine müze adası üzerindeki 2. Dünya Savaşı’nda yıkılan şehir sarayının yenideninşası projesi model alınmış oluyordu. Şehir, yöneticiler tarafından mimariden ve aklıselim planlama pratiklerinden ısrarla kaçırılıyor. Restorasyonun ve yeniden kullanımın, mimarinin ve planlamanın konusu olacağı durumda bina yıkılıyor, tam da yeni bir yorumla inşa edilmesinin mimarinin ve planlamanın içinde kalacağı durumda tedavülden çıkmış inşaat tekniklerinin ve artizanal pratiklerin sırtına yüklenerek, önceki dönemin inşaatını yapmanın maliyetleri ve teknik zorlukları apaçık ortadayken her şey göze alınarak replikasının yeniden inşası yoluna gidiliyor; yine aynı soru: peki ne uğruna?
En azından İstanbul’un yegâne tasarlanmış modern kentsel peyzajı olan ve Taksim’in tamamına çeki-düzen vermek bakımından kışladan çok daha kullanışlı olabilecek Gezi Parkı’nın restorasyonu ve yeni bir yorumu için ayrılabilecek kaynağı, devri geçmiş, gazı kaçmış bir hayalet imgeyi taklit ederek diriltmek için kullanmak uğruna...

1 Şubat 2012 Çarşamba

Pierre Bourdieu: Yer Etkileri

Bourdieu'nün Yer Etkileri (Site Effects) makalesinden dikkatimi çeken bir paragrafın çevirisi. Wacquant'ın Kent Paryaları ile birlikte düşünüldüğünde manidar bir analiz.


“İstenilmeyen kişilerin aktif biçimde dışarıda tutulmasıyla kurulan bir kulüp gibi, yüksek tabaka semti, sakinlerinin her birinin, kendi üyelerinin biriktirdiği toplam sermayeden pay sahibi olmalarına izin vererek onları kutsar. Aynı şekilde, damgalanmış olan bölge de sembolik olarak kendi sakinlerinin değerini düşürür ki, karşılığında, bölgenin sembolik değer kaybına sebep olan yine kendi sakinleri olacaktır. Çeşitli toplumsal oyunlarda yer almak için gereken bütün kartlara sahip olmadıklarından dolayı, birlikte pay sahibi oldukları tek şey, ortak aforozlarıdır. Kendi mülksüzlüğünde homojen bir topluluk, tekil bir mevkide toplanarak, en başta kültür ve kültürel pratikler olmak üzere bu mülksüzlüğü daha da güçlendirir: en fazla dezavantajlı olanların ya da “normal” varoluşun en uzağındakilerin sınıf, okul ya da kamu yaşamı seviyesinde uyguladıkları basınç, genel bir seviyelendirmede her şeyi aşağıya çeker. Kaynaklardan mahrumiyetin de genel olarak imkânsız kıldığı, diğer sitelere göç etmenin dışında başka bir kaçış bırakmazlar.
İster ulusal düzeydeki konut politikalarında, ister yerel düzeydeki devlet destekli konutların inşa ve paylaştırılmasında ya da kamu hizmetlerine yönelik seçimlere ilişkin, mekân üzerine yapılan mücadeleler ilaveten daha kolektif biçimler üstlenebilir. Bu mücadelelerin en belirleyicisi olan nihai kıymet, arazi, konut ve ayrıca büyük ölçüde iş ve eğitime değer kazandırma kapasitesi yoluyla mekân üzerine muazzam bir güce sahip olan devlet politikasıdır.”Pierre Bourdieu.

“Like a club founded on the active exclusion of undesirable people, the fashionable neighborhood symbolically consecrates its inhabitants by allowing each one to partake of the capital accumulated by the inhabitants as a whole. Likewise, the stigmatized area symbolically degrades its inhabitants, who, in return, symbolically degrade it. Since they don't have all the cards necessary to participate in the various social games, the only thing they share is their common excommunication. Bringing together on a single site a population homogeneous in its dispossession strengthens that dispossession, notably with respect to culture and cultural practices: the pressures exerted at the level of class or school or in public life by the most disadvantaged or those furthest from a "normal" existence pull everything down in a general leveling, They leave no escape other than flight toward other sites (which lack of resources usually renders impossible). Struggles over space may also assume more collective forms, whether at the national level concerning housing policies, or at the local level, with regard to the construction and allocation of subsidized housing or the choices for public services. The ultimate stake for the most decisive of these struggles is governmental policy, which wields an immense power over space through its capacity to give value to land, housing and also, to a large extent, to work and education.” Pierre Bourdieu, Site Effects.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Loic Wacquant: Kent Paryaları-İleri Marjinalliğin Karşılaştırmalı Sosyolojisi

Loic Wacquant'ın Kent Paryaları-İleri Marjinalliğin Karşılaştırmalı Sosyolojisi adlı kitabı geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi Yayınları arasından Mehmet Doğan çevirisi ve Nazlı Ökten'in redaksiyonuyla yayınlandı. Kent ve devlet sosyolojisi alanında çalışanlar için lisansta da kısmen olmakla beraber daha çok lisans sonrasında okutulması kesinlikle gerekli kıymetli bir eser Wacquant'ın çalışması.
Kitap Wacquant'ın Şikago ve Paris'te yürüttüğü etnografik alan çalışmalarından da besleniyor. Ancak temelde gettonun, banliyönün dönüşümünü ve post-Keynesyen dönemde kent marjinalliği hallerini karşılaştırmalı biçimde aydınlatmayı hedefleyen siyaset, devlet ve kent sosyolojisinin ustaca harmanlanmasıyla oluşmuş bir çalışma. Avrupa ve ABD'deki kent marjinalliği deneyimlerinin benzerlik ve farklılıklarına vukufiyetle bakıyor. Literatürü dikkatli biçimde eleştiriyor ve elden geçiriyor. Konuyu açıklamak için folk kültürden ve sosyal bilimden gelen kavramların eleştirisini yapıyor. Getto, underclass gibi kavramların gelişigüzel ve bir tür sahte gerçekcilik içinde kullanılmasının sorunlarına değiniyor. Kent incelemelerinin sosyolojik bakışla çalışılmasının metodolojik arkaplanını kabaca kurmaya çalışıyor, ki bu tür bölümleri ustaca bir özetle kotarmış.
Geçen yıl Avusturyalı iki şehirleşme profesörünün (şimdi isimlerini hatırlayamadım, hatırlayınca yazacağım) bu kitap ve Wacquant'ın şehirleşme süreçlerine ve kentsel farklılaşmaya bakışı üzerine oldukça sert bir eleştirilerini okumuştum. Kabaca Wacquant'ın kente parçacı baktığını, marjinalite olgusunu kent gerçekliğinin asli boyutlarıyla orantısız biçimde fazlasıyla abarttığını, fazlasıyla ideolojik olduğunu iddia eden bazı eleştirilerini sıralamışlardı. Sonradan bu tür başka yorumlara da rastladım. Kent makinesinin kendi çalışma kurallarını görmek gerek diyorlar özetle. Eleştirilerinden Bourdieucü alan mefhumunu yeterince anlamadıklarını ve Wacquant'ın özellikle marjinallerin etiketlenmesi ve sembolik mahkumiyeti üzerine yaptığı tahlilleri es geçtiklerini söyleyebilirim. Ayrıca apriori her tür damgalayıcı kavramlaştırmayı kritik ederek işe başlayan bir sosyoloji yapma tarzının inceliklerinden habersizlikleri ise izahtan vareste.



Loic Wacquant


Wacquant'ın eseri (daha önceden Birikim ve Toplumbilim dergilerinde kitaptan belli bölümler yayınlanmıştı) kendi deyişiyle birinci dünyadaki marjinaller, banliyönün değişen anlamı, getto ve hipergetto üzerine yoğunlaşıyor. İkinci ve üçüncü dünyadaki (sınıfaltı-underclass kavramıyla ilgili yapısökümü ve kavramı eleştirmesi gayet haklı) marjinalleştirilmiş grupların örgütlülük kapasitelerinin, direniş motiflerinin, özneleşme süreçlerinin, sınıfsal deneyimlerinin farklı olduğunu karşılaştırmalı biçimde farklı eserlere yaptığı atıflarda özellikle vurguluyor.
Kitabın Karıştırmaktan Karşılaştırmaya adlı 5. bölümü bunun oldukça dakik ve eleştirel bir tartışmasını içeriyor (Yanlış hatırlamıyorsam Toplumbilim dergisindeki yazı bu bölümün çevirisiydi). Özellikle Keynesyen refah devleti uygulamalarının Reaganomics ile birlikte çöküşe geçmesiyle ortaya çıkan neo-liberal ceza devletinin kent marjinalliğinin artışı üzerindeki etkilerini vukufiyetle ortaya koyuyor (1993'de Bourdieu'nün Wacquant ve diğer meslektaşlarıyla birlikte yazdıkları Dünyanın Sefaleti'ndeki birçok tartışmayla akraba kentsel süreçler ve devlet etkisi konusundaki tartışma).
Avrupa ile ABD arasında bile bu konuda anlamlı farklılıklar olduğunu kitaptan görmek mümkün. Bourdieu'nün epistemolojik dikkat ve alan kavramlarını dikkate alarak baktığımızda kent marjinalliğinin Türkiye'de ve benzer ülkelerde kazandığı biçim üzerine daha çok sayıda sağlam etnografilere ihtiyaç olduğunu söylemek gerek. Mevcut yayın birikimini şahsen yeterli görmüyorum. Sema Erder'in çalışmalarını ve çalışkanlığını ise ayırmak gerekiyor. Bu anlamda kitap Türkçe'de Avrupa ve ABD deneyimleriyle karşılaştırma imkanı sağlaması bakımından çok kıymetli. Ancak sonuçların birebir bir teorik aktarımı Wacquant'ın da belirttiği gibi açıkça yanlış olacaktır. Bu anlamda eserin tartışılmasında farklı toplumsal uzaylarda kent marjinalliğinin kendini aynı şekilde tekrar etmek zorunda olmadığını akılda tutmak ve fakat eşbiçimli yapısal oluşumları keşfetmek açısından ise bu sağlam karşılaştırmalı çalışmanın ve devlet, kent, siyaset sosyolojisi alanındaki seçkin eserin değerini teslim etmek gerek. Wacquant'ın hiç de kolay olmayan dilini Türkçeye başarıyla aktaran çevirmen ve yayına hazırlayanları da tebrik ederim.
Loic Wacquant'la ilgili zengin Türkçe materyal ve dosyalar ŞURADA.

13 Ocak 2012 Cuma

H.Ünal Nalbantoğlu: Turgut Cansever’in Mimarlığı Üzerine Bir Sorgulama

Mimarlık pratiğinin sosyolojisi üzerine hem dünyada hem de Türkiye'de henüz yeterince araştırma yapıldığını söylemek zor. Blogda mimarlar üzerine yazılan yahut bizzat mimarlar tarafından verilen yazı ve mülakatları paylaşmaya çalışıyorum. Mimarlık etiketinden bu yazılara da bakılabilir.
Hasan Ünal Nalbantoğlu değişik vesilelerle mimarlığın felsefi - sosyolojik anlamlarını açımlıyordu, sosyologları bu alanın önemi ve değeri hakkında "uyarma"ya çalışıyordu. Yine de bu çabalar fragmenter olarak kaldı.
Burada üzerine düşünülmesi gereken bir metni paylaşacağım. Hasan Ünal Nalbantoğlu'nun vefatından önce yine vefat etmeden evvel Turgut Cansever'in mimarlığı üzerine yapılan  bir konferansta yapılan bir konuşmayı Mimarlık dergisinin internet sitesinden aldım. Umarım kızmazlar bana. Yazının sonunda Nalbantoğlu ve Cansever arasında kısa bir diyalogda mevcut.
Seçkinyalnızlığın sosyoloğunun seçkinyalnızlığın mimarı hakkında, olanca zarafeti içinde diyaloglarını da içeren bence kıymetli bir metin. Memleketin iki büyük kaybını da tekrar anmış olayım.
Yazının orjinali Mimarlık dergisinde demiştim. O da Şurada.

Turgut Cansever

Hasan Ünal Nalbantoğlu



MİMARLIK VE FELSEFE
Turgut Cansever’in Mimarlığı Üzerine Bir Sorgulama

Hasan Ünal Nalbantoğlu, Prof. Dr., ODTÜ Sosyoloji Bölümü

Yazıyı yayına hazırlarken kaybını öğrendiğimiz Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun, yine iki yıl önce kaybettiğimiz Turgut Cansever’in mimarlığı üzerine yaptığı bir sorgulamaya yer veriyoruz: Mimarlık dünyası ve düşüncesi için her iki ismin kaybının büyük bir eksiklik olduğunu söylemek gerek... Nalbantoğlu şu soruları ortaya atıyor: “Cansever’in gerçekleştirdiği yapılar ve hedeflediği çevreler, modern Da-sein’ımızın bu tüm saçılmışlığının parçalarını toplayıp nasıl biraraya getirecek? Yoksa bunlar varlıklı kesimin, o kesim içinde çok küçük bir parçanın erdemli yaşamaya dönük izlenimi veren tuzukuru kısmıyla alışverişe giren mimarlık seçkinleriyle sınırlı kalmayacak mıdır? Gücü yeten, iktidarlı seçkinler mi bunlar? Bu mekânların göreli huzurunda, oraların ışığıyla yıkanarak, geleceğe güven, umut ve imanla bakacaklar kimlerdir?”
Çoktandır mimarlığın bir tür sosyal-kültürel irdelemesiyle haşır neşir, bu arada da bu alanın pratisyenlerini eleştirmiş biri olarak, neden özel olarak Turgut Cansever’le ilgili bu toplantıya katılmayı kabul ettim? Uzun süredir sosyolojide süregiden tartışmalardan biri de, sosyal bilimler ve diğer alanlarda özellikle “özne”ye vurgu yapan görüşü -ki önünde sonunda bu da kişisel mülkiyet, kişisel imza, işte ünlüler geçidi gibi bir şeyleri çağrıştırır- pencerenin dışında bırakmaktır. Oysa, metaforik konuşursak, öznelliği etrafında onca efsaneler örülen sanatçı ölür; yazısı, kompozisyonu, yontusu, resmi, kısacası “sanat eseri” kalır. Bence esas önemli olan da budur. Öncelik buna verildiğinde, benim için Turgut Cansever, şehir ve mimari, göremediğim Demir Evleri, bir zamanlar kütüphanesinde Osmanlı tarihini çalışırken huzur bulduğum Türk Tarih Kurumu binası gibi “şey”lerdir (Dinge, Sache) bir anlamda. Dolayısıyla tartışmamı daha çok bu boyut üzerinden giderek sürdürmeye çalışacağım.
Burada benden kaynaklı hata payı olacaktır kuşkusuz. Bildiğim kadarıyla, Cansever’in geçmişi, yetişme tarzı, inanç sisteminin de elbette onun tasarım zihniyetinde, çalışma tarzında, ortaya çıkan yapılarının oluşumunda bir pay, bir rol oynadığı inkâr edilemez. Mimar dostlar kusura bakmasınlar, her meslekte olduğu gibi modernlik koşullarında da mimarlığın “istatistik ortalaması” (ki büyük bir çoğunluk tutar piyasada boğulan, onun uğultusu, gürültüsünde dolaşanlar ve buna akademik piyasa da dâhildir) karşısında iş dünyasına eklemlenmese de tasarımlarıyla görece o dünyanın dışında durmayı başarmış sıradışı bir mimar olduğu için tartışmalara katkıda bulunmak üzere buradayım. Ama esas önemli mesele bu bile değil.
Bunları söyledikten sonra, öyle görünüyor ki, kendisi bir anlamda “modernizm”in ussal, matematiksel ve düzlemeci dizgesi ve içinde yer tutan, ülkemizde de 1930’lu, 1940’lı yıllarda “kübist” sıfatı yapıştırılan uluslararası mimarlık akımına karşı. Öte yandan vernakülerci de değil. Cansever’in yaklaşımı yine de ağırbaşlı bir “ussallık” sergilediğine göre, önümüze önemli somut örneklerle çıkan bu ussallığı bir şekilde açmamız gerekiyor.
Burada ciddi sorunlar gizlenmekte ama. Artık yazdıkları ve yapıtları kendisinin önüne geçtiği, dil-dünyanın içine savruldukları için Turgut Cansever’in farkında olsa bile kontrol edemeyeceği sorunlar, tehlikeler var. Bir de buna dikkati çekmeye çalışacağım. Kendisi, bildirisinin (manifestosu mu diyelim?) son kısmında öne sürdükleriyle bir tür “seçkincilik”le bakıyor meseleye. Görebildiğim kadarıyla, Sedad Hakkı Eldem gibi mimarlarımızdan da farklı bir yerde duruyor. En başta yaptıklarına inanmışlıkla birlikte giden içtenliği ve yaptıklarındaki tutarlılık kuşku götürmüyor.
Bu sadece bir bilme sorunu, teknik bilgi sorunu olamaz. Daha baştan bir inanç sistemine bağlılıkla iç içe gidiyor Turgut Cansever’in pratiği. Somut konuşursak,scientia önüne geçen bir tür sapientia, bir iman, bir inanç sistemiyle iç içe giden kişisel bir pratik burada sözkonusu. Üstelik kanımca, bu sapientia’yı yalnızca bir tür “ussal” İslam’a ya da tek tanrıcı dine indirgemek de meseleyi fazla basitleştirmek olur. Belki bu zinciri geriye doğru çekip, Eflâtun’un Timaios’unda söylenenlere bile bağlamak gerekebilir; çünkü bizzat kendi yazısının bir paragrafında (5. paragraf) değindikleri gibi, varlık felsefesine uzanmaktalar. Şimdi önümüzde gerçekten ciddi bir mesele var ve metinlerinden, binalarından gördüğümüz kadarıyla, sadece yazmakla, fikir üretmekle kalmayıp, bir de bunu sanki canlı gibi algıladığını sandığım taşa, malzemeye yansıtarak, bilincinde olmasa bile bir tür platonik geometrik düzen yaratmaya çalışan bir mimarla karşı karşıyayız. Yanılıyor muyum?
Şöyle de diyebiliriz: “Matematik Değerler Aslında Toplumsal-Estetik Değerler midir?” başlıklı yazımda öne sürdüğümü örneğimize uygulayacak olursam, en azından Fisagorculuğun güçlü esintileri altında yazmış bir Eflâtun’un Timaios’undaki, maddeye biçim veren tanrısal güç, yani Demiurgos, insan topluluğunu sürekli tehdidi altında bulunduran kargaşa, düzensizlik, kısacası khaos karşısında kalıcı bir kosmos yaratmak uğruna müziğin sesine kulak veren, güzel (kalon) ve iyinin (agathon) yaratıcısı o yüce matematikçi, o mimardan başka kim olabilir ki? Eğer insandan, varlığın tonal skalasında yerini alması, makrokosmos içinde mikrokosmos olarak onu yansıtması bekleniyorsa, kozmosun kaosa galebe çalması, onun yerini alması gerekir. Burada da çirkin olana yer yoktur.
O zaman ilk soruyu soruyorum: “Çirkin” olmaksızın, “güzel” nasıl takdir edilebilir (edilebileceği varsayıldığında tabii)? Eflâtun’un demiurgos’u fazla temizlenmiş bir sanal alan, dikensiz gül bahçesi (sanki şimdiki şu kokmayan “American beauty”) sunuyor bizlere. Aynı demiurgos işliğinde işi bittikten sonra hiçbir artık ve cüruf da bırakmıyor. Bu dizgede kosmos, arı, duru bir usun imgesi. Aynı dizgede Eflâtun’dan İslam matematikçilerine, Leibniz’e, oradan da Le Corbusier’ye uzanan uzun yoldan, sayıların müziği ile başlayan mathesis’in yani İslâm felsefecilerinin deyimiyle “ta’limî ilimler”in belirdiği de gözden kaçmıyor.
Dahası var: Müziğin armonileri ve bu armonilerin modülasyonu, yoğurucu, neredeyse tanrısal bir elle, devlet yönetme sanatıyla, düzen yasalarının konulmasıyla da kaynaşır. Burada hemen hemen siyasetin alanına girmiş bulunuyoruz. Zaten Turgut Cansever’in tartışma odağına aldığımız yazısının son kısmında örtük de olsa böyle bir yönseme var. Elbette şeffaflık, adalet, vb. bunları düşüneceğiz; ama böyle bir durumu da düşünmek, bu konuda kendimize ikazda bulunmak zorundayız.
Adalet ve hakçalık, neredeyse bir tanrısal yaratının müziksel yansımasıdır, dediğimizde, bu doğru mu ama? Üstelik içinde yaşadığımız modernlik koşullarında parçalanmışlık ve bitmemişliği parolası yapmış, her şeyin teslim tarihi hep kaçırılan, üstelik öyle olması da istenilen bir dünyada, bu adalet ve hakçalık nereye kadar sağlanabilecektir? Bildiğim kadarıyla, Cansever’in ürünleri ile insanın “tabiatı” hakkındaki görüşleri birbirinden bağımsız düşünülemez. Onun içindir ki kendisinin yaptığı iş ile inanç sistemi arasında sıkı bir bağ olduğu, gözündeki insan imgesi ile insan için ürettiği şeyler arasında yakın bir ilişki bulunduğu gözden kaçmamaktadır. Gördüğüm kadarıyla da, muhafazakâr gelenekçiliğe göre oluşacak habitat, bir yöredeki insanların tarih içinde gelişmiş erdemlerinden, düşün seçkinleri tarafından damıtılarak ortaya konulan huzur barınakları kurmayı hedefliyor.
Geçmişte ne zaman Türk Tarih Kurumu içinde çalışsam huzur duyardım. Bu durum yalnızca arşiv belgeleri ya da Ömer Lütfi Barkan’ın, M. Fuad Köprülü’nün artık birçok eksiğini daha açık gördüğüm yazılarını o mekânda okumanın verdiği hazla sınırlı değildi, aynı zamanda binanın içerisine düşen ışıktı da; hem de içeridekilerin kibar-soğuk, fazla seçkinci tutumuna rağmen. Kendisinin maddeye verdiği biçim, maddeyi “enforme ediş” tarzının bu etkide mutlaka payı vardı. Turgut Bey’i de bir keresinde dinlemiştim, “şeylerde uyuklayan şarkıyı”, maddeyi konuşturarak duymamızı sağladığı o yerde zaten. Binalarının dili de hiç kuşkusuz onun arzuladığı varlık halimizi, Heideggerce bir dil kullanırsak Dasein’ımızı yansıtıyor, üzerine doğrudan parmak basmaksızın. Bu da dildeki “orada-oluş”umuzu nasıl arzuladığıyla yakından ilgili. Ama biz “modernler” dilde, “oralarda”, hele Cansever’in tasarlayıp sabitlediği “orada” durabilir miyiz, ciddi kuşkum var. Aradığı ne peki? Bir dinginlik, huzur aranıyor kuşkusuz. Bodrum Demir’de inşâ’ ettiği evleri sanırım bunun tipik bir göstergesi. Kendisi bu yolla, hakçalık, adalet, şeffaflık içinde, insanda modern tüketiciliğin yer etmesini hiç istemediği, (tüketici insan yeni şey satınalmaz o zaman) bir “belleği” kurmaya, inançla, duyarak, ayık düşünmeyi (Besinnung) bir biçimde yaratmaya çalışıyor. Ama sorun şurada: Eğer dilin içine doğup, orada saçılıp barınıyor ve de yine orada ölüyorsak, dilimiz belâmızdır da. O zaman Cansever’in gerçekleştirdiği yapılar ve hedeflediği çevreler, modern Da-sein’ımızın bu tüm saçılmışlığının parçalarını toplayıp nasıl biraraya getirecek? Hele İstanbul’da? Parolası bitmemişlik, parçalanmışlık olan bir tarih döneminde kimlerdir bu zor işin, yükün altına başarıyla imza atabilecekler? Yoksa bunlar (yine vulgar bir dille konuşacak olursam) varlıklı kesimin, o kesim içinde çok küçük bir parçanın erdemli yaşamaya dönük izlenimi veren tuzukuru kısmıyla alışverişe giren mimarlık seçkinleriyle sınırlı kalmayacak mıdır?
Önemli bulduğum bu sorunu dürüstçe, açıkça tartışmamız gerekir. Biliyoruz ki, gelenek, bellek, hatırlama gibi şeyler, şu hoyrat modernliğin hiç de ihtiyaç duyduğu şeyler değil. Bizler de bunu pratik yaşamımızda, sıkça da kendimizle tutarsızlığa düşerek yaşıyoruz. Sonunda bu bir ethos sorunu. Plebleşememiş, yurttaşlaşamamış, korkak ama alabildiğine kurnaz bir köylümsü kentsoyluluğun pençesindeki bir toplumda (ki ‘gelişmiş’(?) dünyanın çoğunluğu bile pleb ötesine geçip (ya da gerisine düşerek) başka bir yerlerde dolanmaktadır) vizyonu kendi içinde ne denli tutarlı olursa olsun, bilgelik ve erdeme vurgu yapan bir inşâ’ ustasının diyaloga girebileceği ve o ortadaki üçüncü dost (Aristoteles) üzerinden konuşabileceği insan tipi kimdir? İşte bunu merak ediyorum. Gücü yeten, iktidarlı seçkinler mi bunlar? Bu dokularda, bu binalarda yaşayacak, çalışacak, bu mekânların göreli huzurunda, oraların ışığıyla yıkanarak, geleceğe güven, umut ve imanla bakacaklar kimlerdir? Kaldı ki bugün Türkiye’de, sözgelimi Ankaralı, İstanbullu, İzmirli, hiç kimse çıplak bir doğa görmüyor ki. Kentlilerin çevresi çıplak ve tertemiz değil. Tersine, çoğu kez her anlamda kirli bir çevreden geçerek değişik kentli kesimlerin dil/dünyasında Umwelt’leşen bir çevre bu. Sonunda da bu çevrenin sorgulanışı, günümüz insanının kendi doğasının, natura’sının, physis’inin ne olduğunu sorgulamaktan geçer. Burada da tek bir kesimin natura’sıyla sınırlı kalamaz hiçbir “vizyon”.
Tartışmayı daha fazla tekelime almadan, iki noktanın altını çizerek bitireyim. Turgut Cansever’in Ideası, “şeyler”e belirli bir ussal dil kazandırmak üzerine kurulu ve bunu da besleyen bir değer sistemi var. Bu çabaya saygı duymamak olanaksız. “Şey”i sonunda biçimlenebilen bir maddeyle sınırlarsak, ki çok yanılmıyorsam kendisi de “madde” ile “malzeme” arasındaki farkın bilincinde olarak, çoğu inşaat ustasının ve mimarın sandığının tersine, maddeyi cansız malzeme olarak görmüyor. Örneğin amorf bir graniti sanki yaşayan bir şey gibi düşünüyor ve oradaki varlığın dilini şakıtmaya çalışıyor sanırım; maddeye getirmeye çalıştığı görünüşün (eidos) nihai kalıpbiçiminde (morphe) yansımasını arzuladığı en güzel matematiksel düzenle vermeye çalışırken. Ama bu arada sadece taşa biçim vermekle, deyim yerindeyse “taşı öldürüp de binayı yapmak”la bitmiyor olay. Bir de binada yaşayanların etraflarını saran mekândan dolayı içeriden biçimlendiğini de düşünmek gerek. Bu nedenle, dilimizde enformasyon(İngilizcede “in-formed”) sözcüğünü tutmak istiyorum. Bu her zaman kötü bir şey değildir ve eminim ki Turgut Cansever, insanın varlık zinciri içindeki yerini sadelik, titizlik ve alçakgönüllülükle yaşamaya davet etmekte, binaları yoluyla bu çağrıda bulunmakta. Bunu tartışalım isterim.
İkincisi, işin sanat kısmı. Dediğim gibi, Turgut Cansever imzalı şeyleri, bir de yaratıcısından bağımsız görmek gerek. Bu iddiamı en iyi George Steiner’in yakınlarda çıkmış bir eserinden yapacağım şöyle bir alıntıyla destekleyebilirim: “ ‘Oku beni, seyreyle beni, dinle beni’ der ciddi edebiyat, sanat ve müzik yapıtı, ‘böylelikle bitmemişliğimin sevinç dolu hüznünü, sürekli yenilenen hayretini paylaş. Eylemdeki bu bitmemişlikten, ulaştığım en üst noktanın hemen ötesinde duran, [ulaşamadığım] şeyden insan tinine ne kanıt gelirse onu türeteceksin böylece.’ ” [vurgu benim] Aynı ozansılığın mimarlık eserleri için de geçerli olduğunun altını çizerek bitireyim.
 [Aykut Köksal’ın yönettiği panelde yapılan bu konuşmayı izleyen öteki panelistlerin (konuşma sırasıyla Rana A. Aslanoğlu, Günkut Akın, Tansel Korkmaz) katkıları ve Turgut Cansever’in yanıtlarının ardından yazar, açmaya çalıştığı, öncelikle de Cansever’le paylaşacağını umduğu noktaların yanıtını alamadığını belirterek birkaç noktaya daha vurgu yapmıştır]:
Hasan Ünal Nalbantoğlu:
Her birimiz zaten “gelecektelik” (Zukunftigkeit) içindeyiz ve bu gelecekteliği “şimdi”de (Jetzt) yaşıyoruz. Benim son değindiklerim sizin şu anda saklı gelecekteliğinize işaret eden bir şeydi ve bunlar yapıtlarınız üzerinden düşünülmelidir. Yapıtlarınız, tüm ciddi, kalburüstü eserlerde olduğu gibi, bitmiş görünseler de şaşırtıcı biçimde bitmemişlerdir. Ulaşmak istediğiniz en son noktanın ötesinde bir nokta var ve bu noktaya ulaşamıyorsunuz, bütün ciddi uğraş içinde olanlar gibi siz de sanki. Hem bu durum ciddi düşünen, uğraş veren hangimiz için geçerli değil ki? Bazıları bunu düşünmez; örneğin kapkaççı müteahhitler, gökdelen vs. dikmekle meşgul dev şirketlerin sorumlu yöneticileri, üzerinde durduğumuz noktalar üzerine en ufak tefekküre dahi girme eğilimi olan insanlar değil. O bakımdan, yönelttiğim eleştiriye rağmen çabanız benim gözümde çok önemli, çok değerli. Sizin için bir yaşam uğraşı haline gelmiş. Yine de vizyonunuzu konuşlandırdığınız metindeki son cümleniz beni şaşırtıyor. Aşağı yukarı, “Hepimiz tek tek bunu kendimizde gerçekleştirecektir” diyorsunuz, değil mi?
Şimdi, yaşam bana bazı olanakları daha iyi tanımış olsaydı, bugün gelebildiğim noktaya herhalde 30 yaşında varırdım. Tabii ulaşamadığım noktalar da olacaktı -ki hep olacak- ama yeni çevren çizgilerine çekiliyor olacaktılar. Demem şu ki, hakça, adaletli olan her şey, sahte olmayan bir iletişimin oluşturduğu, paylaşılan bir kamu alanıdır da; yoksa şimdiki medyanın kurnazca doldurup boş ileti pompaladığı uğultu alanı değil. Ben, “bu özlemi çekilen alanı nasıl gerçekleştireceğiz ütopyanızda ve hele ütopyanın görünüşte bittiği şu dünyada?” diye soruyorum. Çünkü sizin de çok iyi bildiğiniz gibi “ütopya” Yunancada ou topos’tur, yani “olmayan yer”dir. Tahayyüllerimizdir, düşlerimizdir. Ünlü bir klasisistin (Moses I. Finley) yorumuyla ilk sözcükle (ou) azıcık oynarsanız, eu toposolur, yani “iyi yer”, iyi bir yaşamın kurulacağı tahayyül edilen yerdir bu olmayan yer. Beni sizin yaşam uğraşınızla bir tür diyaloga iten şey de, Almanların Sache dediği, bir meselenin, sonunda da yaşamın tarafınızca ciddiye alınmış olduğunu, zihninizin yanı sıra gönlünüze de vurduğu için yapıtlarınızın o görünüşleriyle ortaya çıktığını düşünmemdi.
Öte yandan da vizyonunuzun eksikleri, dışarıda bıraktıkları, hatta olası mahzurları burada tartışılsın isterdim. Nasıl gerçekleşecek vizyonunuzda önerdikleriniz şimdiki brütal dünyada? Ütopyalar iyidir, hoştur da, kusura bakmayınız, ben aynı zamanda “brutal” bir gerçekçiyim. Bu nedenle, sizin “güzellik” üzerine deminki söyleminizi kabul edemeyeceğim, kusura bakmayın. Öyle bir güzellik yoktur. Etrafınızda çirkinlik olmadan, hiçbir zaman güzelliği takdir edemezsiniz. İşte, kendiniz geldiniz, karşıtların çatışmasından sözettiniz, oluşum içindeki şeylerdeki diyalektiğe girdiniz. Ben bunu başka bir dile kolaylıkla çeviriyorum kendi hesabıma. Ama karşıtı olmadan güzellik neye yarar ki? Bu bir.
Diyoruz ki, işte İstanbul, binaları, depreme hassas yerleriyle, yönetimlerde çatışan karşıt ideolojileriyle vb. ortada. Bu durumda sürdürülebilir bir yaşam için geliştirilen değişik tasarımlar şimdiki dünyanın içinde bir çözüm arayışı, bitmeyene giden bir yolculuktur. Ben aslında konuşlandırılan uzak noktaya hiçbir zaman ulaşamayacağımıza eminim. Gerçekleşemeyecek öyle tahayyüller; üstelik bir tür nostalji kokanları da tehlikeli. Öte yandan Sayın Cansever’e teşekkür borçluyum. O da şöyle bir nedenle: Kendi hesabıma, şimdilerde Aristoteles’i giderek daha bir dostum görmeye başladım. Fârâbi de Eflâtun da var ama, özellikle Aristoteles’in sağlam gerçekçiliği ayaklarımızı hâlâ yere bastırtacak türden. Sayın Cansever’de Eflâtuncu bir yan olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, Aristoteles’ten öğrendiğim bir şey var ki, onu sizde görmek insanı esinlendiriyor. O da kendisinin noûs poietikos dediği ve benim “sezenus” olarak çevirmeyi uygun gördüğüm bir kavram. Son zamanlarda, Batının o çok yetkin çevirmenleri bile, kendi Viktoryen zihniyetlerinden sıyrılmaya mecbur kaldıkları için eskiden “maker mind” yani “yapan akıl”, “eden akıl” diye çok teknolojist bir tavırla çevirdikleri bu noûs poietikos’a Aristoteles’teki vurguyu vermediği için yeni karşılıklar aramaya başladılar. İnsan olduğumuzdan, tek “ölümlü” varlık bizleriz. Eski Yunan’daaion dedikleri “akanzaman”da sınırlı yaşamı sürdürürken gözümüzü dikmişizdir aeidedikleri, benim “yokzaman” diye çevirmeyi tercih ettiğim ebediyete. İşte bu “insanlık hali”nde yazdıklarınız ve diktiklerinizde şavkılanan gönül açıklığı tam da o sezenusa işaret ediyor.
Turgut Cansever: 
Ben bir şey söylemek istiyorum: Tabii ki güzelin varolması, çirkinin varolması da mümkün. O bakımdan ülkemizi gelecek için ümitle düşünebiliriz. Çünkü çirkini gerçekten yaşıyoruz; en başta da İstanbul’da. Önemli olan bunun bilincinde olmak ve açık açık söylemek cesareti. Bunu da biz biliyorsak, bunu biz çok yüksek sesle ifade [etmeliyiz].
Hasan Ünal Nalbantoğlu: 
Buna ben de çok inanıyorum; yüksek sesle ifade etmemiz gerekiyor. İnanılmaz bir şey suskunluk içinde oluşumuz; kötü, çirkin sanki yokmuşçasına davranıyor, üzerine konuşma cesareti göstermiyoruz. Sağolsunlar, mimarların da bunda payı var. Karşı bir örnek: Çok yakınlarda televizyonda Yunanistan üzerine bir program vardı, başbakanları çıktı, röportaj yapıyorlardı, nezaket olsun diye muhabir hanım, “Atina güzel bir kent” dedi, Simitis “Hayır, Atina güzel bir kent değil, yani güzel yerleri var ama Atina güzel bir kent değil” cevabını verdi. Bunu bir politikacının söylemesi büyük bir olay; bizde pek de rastlanmayacak bir olay. Bunu mimarların yüksek sesle söylemesi daha anlamlı olurdu, diye düşünüyorum. Bu kusur tümüyle mimarlarda aranmamalı elbette; ama neden onlar da üstüne gidip söylemezler. Bu da ilginç değil mi?
Turgut Cansever: 
Ben esir edilmiş bir nesil diyorum bunun için. Yani işini yapma hakkından yoksun kılınmış bir nesil.


Sözkonusu yazı sonradan aynı başlıkla iki kez yayımlanmıştır. İlki: Ş. Yalçın (der.) 2002, Bilgi ve Değer, Muğla Üniversitesi Felsefe Bölümü “Bilgi ve Değer” Sempozyumu (17-18 Mayıs 2002) Bildirileri, Vadi Yayınları, Ankara, ss.176-192. Değişikliklerle yine aynı başlık altında yayımlanan ikincisi: Hasan Ünal Nalbantoğlu, 2010, Yan Yollar: Düşünce, Bilgi, Sanat, İletişim Yayınları, İstanbul, ss.13-26.


Paneldeki konuşmacılara önceden gönderilen “Kentsel Mekân Oluşumu için Yeni bir Görüş” başlıklı metin.


“ ‘Read me, look at me, listen to me’, says the significant work of literature, art, and music, ‘and you will share in the joyous sadness, in the constantly re-newed wonder, of my incompletion. You will derive from this incompletion in action what evidence is given to the human spirit of that which lies beyond, just beyond, my highest reach.’ ” George Steiner, 2001, Grammars of Creation, Faber and Faber, Londra, s.191.

10 Ocak 2012 Salı

Murat Güvenç'le İstanbul'un Son Yüzyılı Üzerine

Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi'nin 2010 İstanbul Tarihi sayısı için Murat Güvenç ile İstanbul'un son yüzyılı, ilişkisel sosyal bilim, eleştirel coğrafya gibi alanlar üzerine Yunus Uğur ve Nurullah Ardıç'la birlikte yaptığımız uzun bir söyleşi.



Söyleşi Güvenç'in akademik araştırmaları üzerine samimi değerlendirmeler ve şehir sosyolojisi çalışanlar için eleştirel okumalar içeriyor. Özellikle İstanbul'un tarihsel coğrafyası, sosyal ekolojisi, Ankara, İzmir, Bursa gibi kentlerin karakteristik özellikleri, kent tarihyazıcılığının temel sorunları üzerine çarpıcı değerlendirmeler var. Oldukça kapsamlı bilgiler ve literatür değerlendirmeleri, tanıtımlar içeren İstanbul Tarihi sayısının editörü Yunus Uğur'u da emeğinden ötürü tebrik etmek gerek.
Yazıyı okuma içim:  PDF 


Murat Güvenç

6 Ocak 2012 Cuma

Sosyal Adalet Ölçümleri Üzerine Uluslararası Karşılaştırmalar

New York Times gazetesi, ABD sosyal adalet ölçümlerinde gelişmekte olan ekonomilerle nasıl karşılaştırılabilir diye bir tablo yapmış. Çok profesyonel olmayabilir. Ancak çok kötü de değil.
Bazı göstergeler bakımından düzenlenmiş sosyal adalet ölçümlerini içeriyor. Belki eleştirel bir iktisat anlayışıyla bakılsa farklı sonuçlar üretmek mümkün de olabilir. Türkiye'nin konumu OECD ülkeleri içinde en altta. Tabloyu Türkçeleştirdim. Ülke isimlerini çevirmedim. İktisattaki bazı terimleri nasıl karşılayacağımı bilemedim ama yine de bazı karşılıklar verdim. Yani bazı küçük çeviri sorunları olabilir.
Tablonun orjinaline New York Times sayfasında ve Sociological Images adlı sitede bakılabilir. (Tablonun adının Kümenin Altı olmasının nedeni ABD'nin bu kümenin en altında yer alması).

Tabloda beş ülke kümesi var. Türkiye, ABD, Şili, Meksika ve Yunanistan ile en alttaki kümede. Renk ayrımlarından bu beş küme kolaylıkla ayırtedilebiliyor. Kuzeyin refah ekonomileri her araştırmada olduğu gibi burada da en üst grupta yer alıyor. Türkiye sadece yaşlı vatandaşların yoksulluk puanlamalarında ilk onbeşlik grup içinde. Diğer göstergelerin tamamında durum iç açıcı gözükmüyor. Kuşaklararası adalet puanlaması gelecek projeksiyonu içerdiği için buradaki puan önemli. Burada da en altı sırada Türkiye. ABD açısından sonuçlar Erik Olin Wright'ın Amerikan Toplumu kitabındaki verilerle de birebir uyumlu. Bu eserde ABD'deki eşitsizliklerin boyutlarıyla ilgili başka çarpıcı tablolara da bakılabilir. Kitabın pdf versiyonu verdiğim linkte var.

NOT: Birbirimizden habersiz bir şekilde tabloyu tercüme etmişiz Emrah'la. Blogunda yayınlamış. Onun çevirisi gayet iyi olmuş. En alta onun yaptığı tabloyu da ekliyorum.

Kaynak - Bartelsman Stiftung'dan uyarlanmıştır.



5 Ocak 2012 Perşembe

Andrew Abbott-Şikago Okulu 100 Yaşında

Bu yazıda bir kitap bağlamında sosyoloji tarihi sayfalarına ilginç bir olay olarak geçecek hadiselerin birinden bahsedeceğim. Andrew Abbott Amerikan sosyolojisinin yaşayan ustalarından. Abbott kendisini Şikago Okulu geleneği içinde konumlandırmış ve bol ödüllü birçok araştırmaya imza atmış bir sosyolog. 1988'de yazdığı The System of Professions (Mesleklerin Sistemi) adlı kitabı modern toplumlarda ileri işbölümü ve uzman emeği üzerine yazılmış eserlerin en önemlilerinden. Kitap Amerikan Sosyoloji Derneği'nden Sorokin ödülü alır. Daha önceden Amerikan Psikiyatri Derneği üzerine ve psikiyatri mesleğinin doğuşu üzerine yazdığı makaleler de referans eser niteliğinde. Son on yılda sosyolojik epistemoloji alanına, bir çoğu önceki yıllarda yayınladığı makalelerinin oldukça sistematik derlenmesinden oluşan Chaos of Disciplines (Disiplinlerin Kaosu), Time Matters (Zaman Meseleleri) ve Methods of Discovery (Keşif Yöntemleri) adlı kitaplarıyla esaslı katkılar yaptı. Çalışmalarında Şikago okulunun ekolojik terminolojisini, pragmatik felsefesini ve post-pozitivist sosyal bilimlerinin epistemolojisini temel alan ve "sekans analizi" adını verdiği yapı ve aktör ilişkilerini içermenin yanı sıra sosyolojide sıklıkla ihmal edilen "olay" faktörünü de analize dahil eden bir toplumsal zaman teorisi ve sosyal değişim açıklama programı geliştirerek yenilikçi bir araştırma programı sunar. Amerikan Sosyoloji Dergisi'nin editörlerindendir ki bu aşağıda yazacağım olayla ilgisi nedeniyle oldukça ironiktir. 
Andrew Abbott


Uzatmadan geleyim konuya. American Journal of Sociology'nin (Amerikan Sosyoloji Dergisi - AJS) editörü Prof. Marta Tienda AJS'nin tarihi hakkında bir makale yazıp yazmayacağını 1992 senesinde Abbott'a sorar. Amaç 1995'de derginin kuruluş yıldönümü onuruna dergi hakkında bir yazı yayınlamaktır. Abbott teklifi kabul eder. Bir arşiv çalışmasından sonra yazısını tamamlar. Yazısını Şikago Okulu'nun ilk dönemi ve yine bölümün yayını olan AJS'nin de ilk dönemiyle sınırlar. Kendisinden beklenen formel kuramlar ve hipotez testleri çerçevesindeki bir yazı yerine, Şikago Okulu'nun analitik ve karmaşık bir öyküsü sunulur. Bölüm içindeki ayak oyunları, okulun kurumsal gelişimi gibi mevzular da yazının içindedir. Fakat okulun 1945 öncesindeki tarihi konusunda "yetersiz" bir bakış açısına ve bilgisizliğe "sahip" editörler için yazının büyük bölümü gereksiz görülür ve yazıdan geniş kesintiler ve neredeyse tamamen yeniden yazma talep edilir. Bu sırada Abbott Şikago'da dekan, Amerikan Sosyoloji Derneği'nde ise yayın komite üyesi olmuştur. Bu skandal geri çevirmeden sonra Abbott yazıyı geri çeker. 1997'de Social Forces dergisinde Zaman ve Mekan Üzerine: Şikago Okulunun Çağdaş Geçerliliği adıyla yayınlar. Daha sonra yazdığı bu makaleyi de içerecek şekilde çalışmanın boyutlarını genişleterek bölümün tarihi ile derginin -AJS'nin- tarihini iç içe anlatan bir kitap çalışmasına girer.
Derginin ve bölümün arşivini, kişisel mektupları, yayınlanmış eserleri didik didik eder ve bölümün ve mesleğin tarihi hakkında titiz bir sosyolojik monografi yazar. İkinci bölümünü Emanuel Giziano'yla birlikte araştırır ve kaleme alır. En sonunda kitap Bölüm ve Disiplin: Şikago Sosyoloji 100 Yaşında adıyla 1999'da yayınlanır. Yazısını yayımlamayı reddeden Amerikan Sosyoloji Dergisi'nin 2000 yılından sonra editörü olur ki bu biraz da kitabın başarısı ve sosyologlar arasında yarattığı etkiyle de bağlantılı olsa gerek.
Çalışma yedi bölümden oluşuyor. İlk otuz sayfa mükemmel denebilecek bir ayrıntıda bir Şikago Okulu monografisi sunuyor. İkinci bölüm Albion Small döneminde (1854-1926) bölümün kuruluşu, idari tarihi, derginin yayın hayatına başlaması, bölüme yeni katılımlar gibi konuları ve AJS'nin tarihini anlatıyor. Hangi mesleklerden insanlar dergiyi daha çok domine etti, derginin Small dönemindeki kimliği nasıl şekillendi, efsanevi Robert Park ve ekibinin getirdiği yenilik nasıl tuttu gibi sayısız konunun açımlanmasıyla bu bölüm şekillenmiş. Ayrıca bu dönemde bölüm içinde yapılan ve özellikle kent, ırk çalışmaları, etnisite sosyolojisinin kurucu eserleri olarak anılan Park, Hughes, Wirth, Zorbaugh gibi isimlerin yazdığı eserlerin bağlamı da hikayede mevcut. Üniversite ve fakülte yönetiminden kaynaklanan bir dizi tercihin yarattığı etkiler odağında geçen otuz yılda oluşmuş ekibin nasıl dağıldığı, yeni isimlerin bölüme girmesiyle araştırma programına ilişkin tartışmaların ne tür şekiller aldığı, bir dizi arka arkaya beklenmedik ölümün bölümün geleceğini nasıl etkilediği Geçiş Dönemi olarak ele alınan üçüncü bölümde anlatılıyor. Bu 2. ve 3. bölümler aynı zamanda sosyoloji tarihinde hala anılmaya değer parlak kentsel etnografilere de değiniyor. The City (Şehir) adlı klasik başyapıttan başlayarak Louis Wirth, Everett Hughes, Harvey Zorbaugh, Nancy Fraser gibi isimlerin yazdıkları eserlerin önemi bu bölümün anlatımında daha da belirginleşiyor.  Geçiş Dönemi okul tarihinde önemli etkiler bırakır. Özellikle sosyolojik epistemoloji ve metodoloji konusunda bölüm seminerlerinde profesörler arasındaki hararetli tartışmaların gitgide subjektivist bir pozisyonu güçlendirmesi, Herbert Blumer gibi isimlerin diğer profesörlerin yarattığı dengede yeterli etkinlik alamaması, dekanlığın yaptığı atamalarla bölüme sürekli müdahale etmesi gibi bir çok sorun nedeniyle bölümün parlak dönemi de sona erer. Bu derginin kimliğine de yansır. Amerikan Sosyoloji Derneği'nin yeni bir dergi çıkarmaya başlaması (American Sociological Review), Lazarsfeld gibi anaakım pozitivistlerin, rasyonel seçim kuramcılarının ve işlevselci Parsons gibi Harvard hocalarının yeni rakip kuvvetler olarak ortaya çıkması dergiyi de, bölümü de etkiler. Kamuoyu algılarını, kanaatleri, siyasal eğilimleri ölçmeye dayanan sosyolojik gerçeklik ve teoriden bihaber bir pozitivizmin gittikçe güçlenmesi bölümün zengin sosyal araştırma ve etnografik betimlemeye dayanan yaklaşımına ciddi bir rakip olur. Zamanla rakip güçlerin yarattığı iklim Şikago "markası"nı silikleştirir. Dergi kaçınılmaz olarak bu yeni ortama uyum sağlar ve bir ekol yayın olmaktan çok profesyonel meslek dergisine dönüşür. 1955'ten itibaren bölüm yeni bir yön alır. 4., 5. ve 6. bölümlerden hem derginin hem de bölümün savaş sonrası dönemdeki yeni yönelimi ayrıntılı bir biçimde açıklanmaktadır. Mevcut teorik birikimle uyumlu çalışanların yanı sıra James Coleman (rasyonel seçim kuramı), Edward Shills (tarihsel sosyoloji), Morris Janovitz (Ordu Sosyolojisi) gibi birçok isimle bölüm hem zenginleşir ama aynı zamanda farklılaşarak ilk dönemdeki insicamını kaybeder.
Abbott'un kilit kavramlarından biri "çevre"dir. Ekolojik bakış açısını yansıtan bu kavramla Abbott, bir meslek ve onun icrası ile etrafındaki idari (üniversite, fakülte, bölüm içi gelişmeler), sosyal (akademisyenlerin sosyal çevresi) ve ekonomik (araştırma fonları gibi) dünya arasındaki ilişkileri ayrıntısıyla birbirine bağlar. Abbott'un iş ve meslek sosyolojisi çalışmalarında da bu terminoloji başattır. Abbott'a göre bölümün kuruluş yıllarından kalma sosyal araştırma, sahada gözlem, katılımlı gözlem, etnografi gibi yöntemlere dayalı birikim 1970'lerden itibaren yeni kuşaklarla yeniden organize olur. Nesne açıklanırken modelin kompleksiteye ve zaman-mekan boyutlarına duyarlılığı bakımından zaman içinde farklı çerçeveler de gelişir. Ağ yaklaşımın ustalarından Edward Laumann, Peter Blau, Andrew Abbott, Ervin Goffman, doktorasını Şikago'da aldıktan sonra bu bölümde yıllarca çalışan Harrison White gibi isimler okulun yeni kuşak isimlerindendir. Son bölümde Abbott'a göre ilk yıllarında yapılan büyük araştırmalarla uyumlu şekilde "bölüm" meydan okumasını sürdürmektedir. Kitap sosyoloji tarihinin en önemli sayfalarından birini sosyolojinin araçlarını mesleğin tarihine tutarak başarıyla irdeliyor. Amerikan pragmatizminden sofistike bir sosyolojik teori üreten okulun/ekolün epistemolojik ve metodolojik bakımdan kendi içinde çeşitlenerek büyümesi ve olgunlaşması da dikkate değer.